"bakın ben bir şey yaptım" diye insanlara gösterebilmek ortaya çıkardığın ürününü, başka mesleklerle de ürettiğin şeyler oluyor ama hiçbirinde o kadar fazla vermiyorsun kendinden ve hiçbirinde insanlara kendini ve ortaya çıkardığın ürünü bu kadar saf sunamazsın. düşünsene 1 saat, 2 saat karşındaki hiç konuşmadan pür dikkat senin yaptığın şeyi izliyor, seninle ilgileniyor, seni anlamaya çalışıyor. yanımızdan geçip giden insanların yüzlerine bile bakmazken sahnedeki insanın gömlek düğmesi bile önem kazanabiliyor. kim kimi ne kadar dinliyor ki hayatta? ama sahnedeki adamı sadece ve sadece dinlemeye, görmeye gidiyoruz işte. üstüne bir de metin sayesinde düşünmeye zorlanıyoruz; dünyayı ve insanı anlamaya, kendimizle yüzleşmeye. bütün sorunlar bunların yoksunluğundan olmuyor mu?
ha bir de oyun oynamayı, özellikle grup halinde oyun oynamayı çok seviyorum ama büyüyünce oyun oynamıyoruz artık. tiyatro benim oyun bahçem; mutluyum orada, özgürüm, kompleksler, dayatmalar, kısıtlamalar yok dış dünyadaki. ışıkla, ayağımın altındaki zeminle, üstümdeki kıyafetle gurup arkadaşıyım.
ve bir de öğrenmeyi seviyorum, çünkü tiyatroyla uğraşabilmek için birçok konuda bilgin olması gerek. o insana dair her şeyle ilgili; tarih, sosyoloji, felsefe, ahlak, din, politika, psikoloji... bunların hepsini sorgulatırken zihnimizi, çalışma esnasında da bedenimizi zinde tutuyor. o sahnede manevi olarak çırılçıplaksın; bir sürü sana dikilmiş göze vermen gereken bir mesaj var; bir kendin var, işte bunu aşmak bütün komplekslerden kurtulmak ve kendine güveni getirebiliyor...
"ben neyim, neler yapabilirim, sınırlarım neler" sorusuyla cebelleşirken kendi içinde bir yolculuga çıkıyorsun... "evet sesimi daha iyi kullanabilirim, evet ben de benzer şeyler yaşamıştım bunu o role evriltmek istiyorum, bu bana çok zıt bir karakter bunu olmayı denemek istiyorum, onu anlamak istiyorum, yarım saatligine bir saatliğine bir başkası olmak istiyorum, kendimi aşmak istiyorum..." evet bu çok eğlenceli bir yolculuk bir yay kadını için :)
27 Aralık 2009 Pazar
25 Kasım 2009 Çarşamba
o diil de sahiden uyuyomuşum..
"women might be able to fake orgasms. but men can fake whole relationships." - sharon stone
sağol sharon abla.
sağol sharon abla.
10 Ekim 2009 Cumartesi
29 Mayıs 2009 Cuma
köpek mi? :S
annem, babam, ecem, ben incirli caddesinde arabada ilerliyoruz. trafik çok yoğun ama biz oldukça hızlı gidiyoruz. otomobiller yer yer yerden 30-40cm havalanarak hızlanıyor, yer yerse 3-4metre yukarı çıkıyor. ben bir toros marka arabanın da havalandığını görüyorum. babama soruyorum "o nasıl yapabiliyor, o eskii" diye. o da zamanında onu amerika ve avusturalyanın yaptığını, o zamanki bazı durumlardan dolayı onun istisna olarak öyle yapılması gerektiğini gülümseyerek ve bunun altındaki politik nedenleri ima ederek "ben sana evde anlatırım" diyor.
sonra huzur mağazasından bir önceki apartmanın önünde duruyorz. çimenler falan var hani orada. köpeğimiz içerden onlarca yastık taşımış dışarı. annem hem gülüyor hem de sinirleniyor ne yapmış böyle bu diye. sonra ecem içeri girmek istiyor, huysuzlanıyor; onun da isteği yastıklarla alakalı sanırım. içeride de kokteyl varmış aslında. ecemi kucağıma alıp içeri giriyorum, minicik burnunu öpüyorum, yüzünü sevimli sevimli buruşturup bana burnunu uzatıyor. "ayy ne güzel, öptüğüm enn güzel burun bu" diyorum. neyse, maksadım ikramlardan alıp çıkmak. küçük çikolatalar görüyorum ama daha büyük bir şeyler yok mu diye düşünüyorum. bir masada dilim dilim pastalar var. oraya oturuyorum bir tabağa pastamı koyup ucundan yiyorum. masada orta yaşı uzun zaman önce aşmış, öteki mahalledeki komşumuz nurhan teyzeyi andıran bir sarışın kadın var, sanırım kokteyli o veriyor. pastamdan çok az yiyip diğer tatlılardan tabaga doldurup svışmak benim derdim tabi. çok yavaş yiyorum giderken tabağı alabilir miyim demek için. yanımda orta yaşlı koyu kumral bir kadın ve kızı bitiyor; onlara gidecekmişiz biz. yaşlıca olana bakıp "tabagı alabilir myim diyorum" kadın susuyor, acaba niye susuyor. buraya asıl gelme niyetimi anladı mı... koyu kumral kadın kalkıyor, benim de gitmem gerek. ecem hala huysuz. o sırada yaşlı sarışın agız hareketleriyle "onlara gitme bizde kal" diyor.
benim kollarım üşüyor bu arada, gözlerimi açıyorum. "allah allah" diyorum. "eceeeeeeeeeeeemmmmmmm bi rüya gördüüm".
notlar:
-köpeğimiz yok.
-kardeşim de 13,5 yaşında.
-kardeşimin oldukça ele gelir bir burnu var.
-nurhan teyze beyaz saçlı.
sonra huzur mağazasından bir önceki apartmanın önünde duruyorz. çimenler falan var hani orada. köpeğimiz içerden onlarca yastık taşımış dışarı. annem hem gülüyor hem de sinirleniyor ne yapmış böyle bu diye. sonra ecem içeri girmek istiyor, huysuzlanıyor; onun da isteği yastıklarla alakalı sanırım. içeride de kokteyl varmış aslında. ecemi kucağıma alıp içeri giriyorum, minicik burnunu öpüyorum, yüzünü sevimli sevimli buruşturup bana burnunu uzatıyor. "ayy ne güzel, öptüğüm enn güzel burun bu" diyorum. neyse, maksadım ikramlardan alıp çıkmak. küçük çikolatalar görüyorum ama daha büyük bir şeyler yok mu diye düşünüyorum. bir masada dilim dilim pastalar var. oraya oturuyorum bir tabağa pastamı koyup ucundan yiyorum. masada orta yaşı uzun zaman önce aşmış, öteki mahalledeki komşumuz nurhan teyzeyi andıran bir sarışın kadın var, sanırım kokteyli o veriyor. pastamdan çok az yiyip diğer tatlılardan tabaga doldurup svışmak benim derdim tabi. çok yavaş yiyorum giderken tabağı alabilir miyim demek için. yanımda orta yaşlı koyu kumral bir kadın ve kızı bitiyor; onlara gidecekmişiz biz. yaşlıca olana bakıp "tabagı alabilir myim diyorum" kadın susuyor, acaba niye susuyor. buraya asıl gelme niyetimi anladı mı... koyu kumral kadın kalkıyor, benim de gitmem gerek. ecem hala huysuz. o sırada yaşlı sarışın agız hareketleriyle "onlara gitme bizde kal" diyor.
benim kollarım üşüyor bu arada, gözlerimi açıyorum. "allah allah" diyorum. "eceeeeeeeeeeeemmmmmmm bi rüya gördüüm".
notlar:
-köpeğimiz yok.
-kardeşim de 13,5 yaşında.
-kardeşimin oldukça ele gelir bir burnu var.
-nurhan teyze beyaz saçlı.
13 Nisan 2009 Pazartesi
ev yoğurduna doğranmış sıcak mısır ekmeği tadı...

annemle babam nişanlıyken, köyden çıkıp da üsküdar kız lisesini yatılı okumuş bitirmiş olan teyzemi babamın amcasının oğluna isteyen babaanneme annemin babaannesinden gelen cevap: bi kapıya bi köpek yeter!, babaannem: pısssss...
.......................
yatan insanı hiçç sevmeyen, horoz sabah 4te bile ötse onun için artık gün başlamış olan annemin babaannesi esma nine sabah kimse uyanmadan tarlasına gider, yazları akşam 10dan önce tarladan eve dönmez. ay ışığında dahi annemleri değirmene un öğütmeye, fındık sepetleri (göcek) taşıtmaya çıkarır. evde hiçbir şey yapamasa kuru kabak, elma kurusu, yeşil domatesten turşu yapar durur, çünkü kendisi şaşırtıcı bir şekilde yemek yapmayı bilmez -lahana çorbası ve mısır ekmeği dışında. evin yanında küçük bir bahçesi vardır, ne bulsa oraya eker; fasulye, kabak, mısır, lahana, patates, domates, patlıcan, biber... yemekle arası yoktur yani genelde, ona sıcak ekmek verince hemen yoğurt ya da ayrana ekmeğini doğrayıverir: işte en sevdiği yemek budur. bahçeye gideceği zaman da bir bakır çıkrığa yoğurda ekmeğini doğrar ve bütün günü onunla geçirir.
bu kısmen erkeksi haline karşın en sevdiği şeyse incik boncuktur kendisinin; ona altın, takı, boncuk götürenden iyisi olmaz.
bu yerinde durmaması yüzünden son zamanlarda sürekli düştüğünden yaşlılığında eve kitlenmek zorunda kalınan ve her defasında camdan kaçmasına engel olunamayan esma nine yine bir gün evde yalnızken yerleri yeni yıkanmış olan tuvalette dengesini kaybedip düşer ve kuyruk sokumunun kırılması üzerine 6ay hasta yattıktan sonra 97yaşında vefat eder.
(doğum tarihi hicri takvime göre 1314müş, sanırım 1899'a denk geliyor, çünkü saat gece 12olmasına rağmen dedemi arattım anneme, yaşasa 110yaşında olacakmış şimdi... ki hepimiz biliyoruz öle bir kaza geçirmese yaşayabilirdi rahmetli...)
........................
savaş zamanı atların bol bol geçtiği için adını bundan alan ordu perşembe'nin "bolatlı" köyünde oturan esma ninenin babası savaşta şehit olur. dul kalan fatma hanımsa kendisi gibi (bu kez savaş değil de sıtma hastalığı yüzünden bir çeşit tedavi için boğazına kadar çamura gömülmüşse de ölümüne mani olunamadığından) eşini kaybetmiş hasan beyle evlenir.
(burada hasan beyin babasının adının mehmet olduğunu, hasan beyin amcalarının adlarının da osman ve ali olduğunu, bu soya "hasanoğulları" dendiğini, ancak sonradan cumhuriyetle aktaş soyadını aldıklarını, osman'ın soyu bolatlı'da kalmışsa da ali'ninkilerin terme ve istanbula yayıldıklarını söylemekte yarar var.)
hasan beyin öksüz kalmış çocukları; sonradan sarıkamış'ta şehit olacak olan ali ve dursun'la, bu savaştan kaçıp izini kaybettiren, daha sonra yaşadığı haberi gelse de izine rastlanamayacak olan mustafa'ya kardeş, sonradan sakarya meydan muharebesine katılıp gazi olacak 16yaşındaki faik'e ise 13yaşında eş olur esma. esmanın kendi iki erkek kardeşinden biri "urus savaşı"nda şehit olur, diğer kardeşi mehmet'iyse esma çok küçükken köyü basan eşkiyalar kapılarını çalar, kaçırır ve kendisinden bir daha haber alınamaz. (seferberlik zamanı fındık kabuğunun değirmende öğütülüp ekmek olarak yendiğine şahit olan esma kaçırılan ağabeyini ve o günü hatırladıkça ağlayacaktır hep. esmanın torununun kızı kurabye ise bugün etrafı saran "lale devri" lalelerine ve yapılan israfa, ziyana bakıp sövecektir bolca...)
faikle 9çocuğu olur esma'nın; sırasıyla ali, emine, hasan, süreyya (sürüye), huriye, fatma (fadime), havva, mustafa dedem (en küçükleri) ve 4yaşında ölen ahmet.
fatma hanım kızına çocukların büyütülmesinde ve ev işlerinde oldukça yardımcı olur, esmanın yemek yapmakla pek arası olmaması ve sonradan bu konuda ve her konuda ananemsiz yapamaması da buraya bağlanabilir :)
.......................
yatan insanı hiçç sevmeyen, horoz sabah 4te bile ötse onun için artık gün başlamış olan annemin babaannesi esma nine sabah kimse uyanmadan tarlasına gider, yazları akşam 10dan önce tarladan eve dönmez. ay ışığında dahi annemleri değirmene un öğütmeye, fındık sepetleri (göcek) taşıtmaya çıkarır. evde hiçbir şey yapamasa kuru kabak, elma kurusu, yeşil domatesten turşu yapar durur, çünkü kendisi şaşırtıcı bir şekilde yemek yapmayı bilmez -lahana çorbası ve mısır ekmeği dışında. evin yanında küçük bir bahçesi vardır, ne bulsa oraya eker; fasulye, kabak, mısır, lahana, patates, domates, patlıcan, biber... yemekle arası yoktur yani genelde, ona sıcak ekmek verince hemen yoğurt ya da ayrana ekmeğini doğrayıverir: işte en sevdiği yemek budur. bahçeye gideceği zaman da bir bakır çıkrığa yoğurda ekmeğini doğrar ve bütün günü onunla geçirir.
bu kısmen erkeksi haline karşın en sevdiği şeyse incik boncuktur kendisinin; ona altın, takı, boncuk götürenden iyisi olmaz.
bu yerinde durmaması yüzünden son zamanlarda sürekli düştüğünden yaşlılığında eve kitlenmek zorunda kalınan ve her defasında camdan kaçmasına engel olunamayan esma nine yine bir gün evde yalnızken yerleri yeni yıkanmış olan tuvalette dengesini kaybedip düşer ve kuyruk sokumunun kırılması üzerine 6ay hasta yattıktan sonra 97yaşında vefat eder.
(doğum tarihi hicri takvime göre 1314müş, sanırım 1899'a denk geliyor, çünkü saat gece 12olmasına rağmen dedemi arattım anneme, yaşasa 110yaşında olacakmış şimdi... ki hepimiz biliyoruz öle bir kaza geçirmese yaşayabilirdi rahmetli...)
........................
savaş zamanı atların bol bol geçtiği için adını bundan alan ordu perşembe'nin "bolatlı" köyünde oturan esma ninenin babası savaşta şehit olur. dul kalan fatma hanımsa kendisi gibi (bu kez savaş değil de sıtma hastalığı yüzünden bir çeşit tedavi için boğazına kadar çamura gömülmüşse de ölümüne mani olunamadığından) eşini kaybetmiş hasan beyle evlenir.
(burada hasan beyin babasının adının mehmet olduğunu, hasan beyin amcalarının adlarının da osman ve ali olduğunu, bu soya "hasanoğulları" dendiğini, ancak sonradan cumhuriyetle aktaş soyadını aldıklarını, osman'ın soyu bolatlı'da kalmışsa da ali'ninkilerin terme ve istanbula yayıldıklarını söylemekte yarar var.)
hasan beyin öksüz kalmış çocukları; sonradan sarıkamış'ta şehit olacak olan ali ve dursun'la, bu savaştan kaçıp izini kaybettiren, daha sonra yaşadığı haberi gelse de izine rastlanamayacak olan mustafa'ya kardeş, sonradan sakarya meydan muharebesine katılıp gazi olacak 16yaşındaki faik'e ise 13yaşında eş olur esma. esmanın kendi iki erkek kardeşinden biri "urus savaşı"nda şehit olur, diğer kardeşi mehmet'iyse esma çok küçükken köyü basan eşkiyalar kapılarını çalar, kaçırır ve kendisinden bir daha haber alınamaz. (seferberlik zamanı fındık kabuğunun değirmende öğütülüp ekmek olarak yendiğine şahit olan esma kaçırılan ağabeyini ve o günü hatırladıkça ağlayacaktır hep. esmanın torununun kızı kurabye ise bugün etrafı saran "lale devri" lalelerine ve yapılan israfa, ziyana bakıp sövecektir bolca...)
faikle 9çocuğu olur esma'nın; sırasıyla ali, emine, hasan, süreyya (sürüye), huriye, fatma (fadime), havva, mustafa dedem (en küçükleri) ve 4yaşında ölen ahmet.
fatma hanım kızına çocukların büyütülmesinde ve ev işlerinde oldukça yardımcı olur, esmanın yemek yapmakla pek arası olmaması ve sonradan bu konuda ve her konuda ananemsiz yapamaması da buraya bağlanabilir :)
not: fotoğraf bu yaz gittiğim bolatlı köyündeki evimizde çekilmiştir. yıllardır kullanılan aynı tabak çanak, masa ve kaşıklarla... :)
gülen-ağlayan-kızgın
son yazdığımdan beri geçen oldukça kötü bir haftanın ardından suların durulmaya başladığı bu hafta hayattan daha umutluyum. ancak buna tezatlık olarak bu sabah uyandığımda nedense 15 sene öncesine gitmek istedim. 5-6yaşlarıma; hani bursa'da çekirge'de otururkenki o küçük evimize. (ama ilk taşındığımız vakte; arkadaş çevremin henüz oluşmadığı, genelde evde annemle olduğum zamanlara; çünkü sonra mahalledekilerle fazla samimi olucaktım ve her konuda bir fikrim olduğundan, yaşımdan fazla büyük konuştuğumdan gözlüklerimi de bu duruma ekleyip bana "inek" diyeceklerdi:)
bunda sabah uyandığımdaki havanın rengi etkili oldu sanırım. evde yalnızdım ve bu sabahki güneş çekirge'de doğduğu açısına ya da parlaklığına çok yakın bir biçimde doğdu sanki. bugün o günlerle aynı olan bir şey var havada.
ben yine (kışın babaannemin insana batan o açıklı koyulu kahveli batteniyesinin üzerime serildiği ve bu duruma sinir olduğum) yatağımdan güzel bir yaz sabahı kalkıp tırnakları yenmiş küçük ellerimle yüzümü yıkayıp oturma odasına gidip annemin bana yumurtamı pişirmesini beklemek istiyorum (ama sarısını patlatmasın), onu yerken televizyonda susam sokağı ya da çizgi film izlemek istiyorum (ya da içinde barış manço olan bir şeyler). bir süre sonra tekrar her yeri yaptığım resimlerle bezeli odama geçmek ve resim yapmaya koyulmak istiyorum. daha sonradan kahkül kesicem diye önlerini mahfedeceğim küt saçlarımı gözlerimden çeken tacımı düzelterek:"anneeeee bu defter de bittiiiiii! babam akşam yenisini getirsin, arayalım mııııııııııııııı" demek istiyorum. yan komşu öğretmen hayriye teyzenin kızı tombik sevinç abla'nın çok beğendiğim, çok sahip olmak istediğim ama kendilerini isteyemediğim için resimlerini yapmak için eve getirip sonra geri götürdüğüm "gülen-ağlayan-kızgın" bebeklerinin resimleri masamın üzerinde. boyları 6-7cm kadar küçük bebekler bunlar. (ben o zaman çok fakir olduğumuzu zannediyorum, isteyemiyorum annemden bana almasını.) bugün hatırladığımda hala duyduğum bir gururla bakıyorum onlara "ne güzel yaptım, ne çok benzedi" diye. sahi ne güsel şeylerdi onlar, biri kısa ve sarışın, biri esmer, diğeri de kızıl ve uzun saçlı, biraz da tombikti sanırım -sevinç ablaya benzetirdim çünkü ben onu. (internette aradım ama tabi ki bulamadım bu oyuncakların resimlerini:( yanlış hatırlamıyorsam bi tanesini dayanamayıp istemiştim sevinç abladan -büyük ihtimalle kızılı. sarışın olan gülüyordu onu hatırlıyorum, iyiydi hoştu çok sevimliydi ama ben saçı kısa olduğundan mı, o zamandan beri sarışın sevmediğimden midir nedir onu istememiştim. esmerin de saçları çok siyahtı sanırım. ama kızıl olanınkiler uzundu ve güzeldi, rengi de öyleydi. ona sahip olmuştum olmasına ama yüzündeki ifade keşke farklı olsaydı diye düşünürdüm. güzel bir yanı vardı, saçları ve ten rengi, ama mutsuzdu (ağlıyordu ya da kızgındı). bazı şeyleri kusurlarıyla sevmek gerektiğini o zaman anlamaya başlıyordum sanırım -her ne kadar yüzündeki ifade beni içten içe hep rahatsız etse de. o kızıl saçlıya biraz acıyordum ben aslında - ama sanki en güzeli onun resmi olmuştu.
acıma duygum... o çok kuvvetliydi galiba. çünkü şimdi simitten hiç hoşlanmadığım halde dışardaki yaşlı simitçi amcanın sesini duyup annemden bana simit almasını isticem. :( çok yaşlıydı -en azından bana göre. ama sokak sokak gezip bağırarak simit satıyordu. kendi dedemi düşünürdüm o ne kadar rahat; sabah işine gidip akşam geliyor sıcak evine diye. simitçi dede'nin nasıl bir evi vardı acaba... torunlarına o mu bakıyordu? ufak yaşımda bunları düşünür, kalbime cidden dert ederdim.
acıma duygum... annemler içeride misafirlerle balık yerlerken kendimi odama kapatıp salya sümük ağlayarak "hayvancıkları öldürüyorsunuz, bir de güle eğlene oturmuş onları yiyorsunuz" diye hepsini gözümde canavarlaştırmışken kendimi kapadığım odada kilitli kalmam da aynı bir fenomendi.
"anneeeee! yeni kuru boya da istiyoruuum!" en güseli kuru boyalar, pastelleri hiç sevmiyorum. her yere bulaşıyorlar, uçları da ince değil üstelik. oysaki ben ince ayrıntılı resimler yapıyorum, hiç taşırmamam gerek. evet evet en güselleri kuru boyalar! babamın işyerinden getirdiği fosforlu kalemlerle resim yapmak da fena değil, hep renkleri canlı hem de bulaşmıyorlar sağa sola. ama en iyileri kuru boyalar bence.
zerrin bizde. komşunun kızlarının en küçüğü, ama aramızda 4 ya da 5 yaş var; lakin çok iyi anlaşıyoruz. aslında zerrin'le garip bi ilişkimiz var, bir küsüp bir barışıyoruz. zerrin'den çok şey öğreniyorum. o benden çok tecrübeli, çünkü ben hep annemleymişim ama onun ablaları da var, üstelik ev işi bile yapabiliyor! ona ve ablalarına özenip bulaşık yıkamak istediğimde annem bana izin vermiyor. zerrin bana çok zeki geliyor. biraz anne biraz abla biraz arkadaş gibi karışık bir şey. ama çok pratik bir kız, pratikliği, el çabukluğunu ondan kapıyorum. dur bir dakika! yıllardır ilk kez aklıma gelen bir şey bu ama; hani koca koca süngerleri bebek gibi giydirip oyuncak yaparlardı yasemin ablayla. kimin aklına gelmişti onları yapmak? nurten teyze kızınca bebeklerin üzerlerini çıkarıp nasıl da onları yastık haline getiriyorlardı tekrar? nasıl üzülürdüm ben bebekler yastığa dönüştüklerinde. o süngere dönüşen bebeklerin bende şimdiki karşılığı çocukken merakları ve iyi niyetleri bol olan ama büyüdükçe mekanikleşen, sadece çalışan ve yiyip uyuyan insanlar... önce canlı bebeklerken, elbiseleri ve renkleri üzerlerinden alınıp ifadesiz süngerlere dönüyorlar nasıl da.
zerrinler'e gitmeyi de çok severdim. benim kardeşim yoktu, zaten olmasını da istemiyordum ama onlar ohoo bir sürü kardeşti. aysemi abla vardı en büyükleri, ama o üniversite okuyordu sanırım, adapazarındaydı. tahsin abi vardı sonra, onun küçüğü yasemin abla ve sonra zerrin. onlar birsürülerdi işte. yemek yiyecekleri zaman yere ve ortaya büyük bir sofra kurulur, herkes sofra bezinin altına girer ve ortadaki tek kaba kaşığını daldırarak yemeğini yerdi. herkese ayrı tabak koyacak yer yoktu çünkü sofrada. çok güzel olurdu orada yemek yemek, onların arasında olmayı çok severdim. yoğurtlu makarna olurdu mesela, ne kadar lezzetliydi orada makarna bile yemek. annem şikayet eder dururdu "nurten bu evde hiç yemek yemiyor" diye. o evde de bir guruba ait olmayı, başkalarıyla birlikte olmanın verdiği huzuru ve güveni öğrendim sanırım. annem "suya ekmek de doğrasan o evde yerdin" der şimdileri..
ama pazar günleri bizim ev de kahvaltı konusunda oldukça başarılıydı hani. ayakları katlanan beyaz bi masa vardı sanki, onu ortaya kurardık. babam uyanamıyo olurdu hep, ben de mutfaktaki annemden babama, yatak odasındaki babamdan anneme laf taşırdım. en sonunda annemin taarruz emriyle de babamı kaldırırdım. masaya oturur "7den 77'ye" izlerdik. barış manço'yu ne kadar sevdiğimi düşünürdüm. babam çok bal yerdi... babam genelde çok yemek yerdi zaten:) ben de onunla yarışırdım, onun gibi yemeye çalışırdım. ya kızarmş ekmek ya da yeni pişmiş sıcak ekmek, hangisi bilmiyorum, onlardan yerdik o sabah. aslında dışarıda oyun oynarken acıktığını unutacak kadar yemekle alakası olmayan bir çocuktum, ama yemek denen şey nurten teyzelerdeki gibi sanki insanları biraraya getiren bir şeydi. o yüzden pazar günü birlikte kahvaltı etmek güzel bir şeydi.
ben de küçükken büyüyünce babamla evleneceğimi söylediğimi hatırlıyorum ama bunun nedeni başkasına aşık olmaktan utanmamdı sanırım,babam ne de olsa babamdı, halihazırda benimdi ki o. derken tarkan çıktı piyasaya ve ona aşık oldum zaten ben. o da babama benziyomuş da sonra anladım tabi, yeşil gözler, geniş alın, ele gelir bi burun, siyah saçlar, düzgün kaşlar.. :)
.............
sanırım bugün o günlerle aynı olan bir şey var bende. yazmaktan ziyade konuşmak isteğinde olduğumdan zihnimi yazıya uygun şekilde toparlayamadığımdan kısa cümleli ve yarım bir özlem yazısı olarak kalsın bu da.
bunda sabah uyandığımdaki havanın rengi etkili oldu sanırım. evde yalnızdım ve bu sabahki güneş çekirge'de doğduğu açısına ya da parlaklığına çok yakın bir biçimde doğdu sanki. bugün o günlerle aynı olan bir şey var havada.
ben yine (kışın babaannemin insana batan o açıklı koyulu kahveli batteniyesinin üzerime serildiği ve bu duruma sinir olduğum) yatağımdan güzel bir yaz sabahı kalkıp tırnakları yenmiş küçük ellerimle yüzümü yıkayıp oturma odasına gidip annemin bana yumurtamı pişirmesini beklemek istiyorum (ama sarısını patlatmasın), onu yerken televizyonda susam sokağı ya da çizgi film izlemek istiyorum (ya da içinde barış manço olan bir şeyler). bir süre sonra tekrar her yeri yaptığım resimlerle bezeli odama geçmek ve resim yapmaya koyulmak istiyorum. daha sonradan kahkül kesicem diye önlerini mahfedeceğim küt saçlarımı gözlerimden çeken tacımı düzelterek:"anneeeee bu defter de bittiiiiii! babam akşam yenisini getirsin, arayalım mııııııııııııııı" demek istiyorum. yan komşu öğretmen hayriye teyzenin kızı tombik sevinç abla'nın çok beğendiğim, çok sahip olmak istediğim ama kendilerini isteyemediğim için resimlerini yapmak için eve getirip sonra geri götürdüğüm "gülen-ağlayan-kızgın" bebeklerinin resimleri masamın üzerinde. boyları 6-7cm kadar küçük bebekler bunlar. (ben o zaman çok fakir olduğumuzu zannediyorum, isteyemiyorum annemden bana almasını.) bugün hatırladığımda hala duyduğum bir gururla bakıyorum onlara "ne güzel yaptım, ne çok benzedi" diye. sahi ne güsel şeylerdi onlar, biri kısa ve sarışın, biri esmer, diğeri de kızıl ve uzun saçlı, biraz da tombikti sanırım -sevinç ablaya benzetirdim çünkü ben onu. (internette aradım ama tabi ki bulamadım bu oyuncakların resimlerini:( yanlış hatırlamıyorsam bi tanesini dayanamayıp istemiştim sevinç abladan -büyük ihtimalle kızılı. sarışın olan gülüyordu onu hatırlıyorum, iyiydi hoştu çok sevimliydi ama ben saçı kısa olduğundan mı, o zamandan beri sarışın sevmediğimden midir nedir onu istememiştim. esmerin de saçları çok siyahtı sanırım. ama kızıl olanınkiler uzundu ve güzeldi, rengi de öyleydi. ona sahip olmuştum olmasına ama yüzündeki ifade keşke farklı olsaydı diye düşünürdüm. güzel bir yanı vardı, saçları ve ten rengi, ama mutsuzdu (ağlıyordu ya da kızgındı). bazı şeyleri kusurlarıyla sevmek gerektiğini o zaman anlamaya başlıyordum sanırım -her ne kadar yüzündeki ifade beni içten içe hep rahatsız etse de. o kızıl saçlıya biraz acıyordum ben aslında - ama sanki en güzeli onun resmi olmuştu.
acıma duygum... o çok kuvvetliydi galiba. çünkü şimdi simitten hiç hoşlanmadığım halde dışardaki yaşlı simitçi amcanın sesini duyup annemden bana simit almasını isticem. :( çok yaşlıydı -en azından bana göre. ama sokak sokak gezip bağırarak simit satıyordu. kendi dedemi düşünürdüm o ne kadar rahat; sabah işine gidip akşam geliyor sıcak evine diye. simitçi dede'nin nasıl bir evi vardı acaba... torunlarına o mu bakıyordu? ufak yaşımda bunları düşünür, kalbime cidden dert ederdim.
acıma duygum... annemler içeride misafirlerle balık yerlerken kendimi odama kapatıp salya sümük ağlayarak "hayvancıkları öldürüyorsunuz, bir de güle eğlene oturmuş onları yiyorsunuz" diye hepsini gözümde canavarlaştırmışken kendimi kapadığım odada kilitli kalmam da aynı bir fenomendi.
"anneeeee! yeni kuru boya da istiyoruuum!" en güseli kuru boyalar, pastelleri hiç sevmiyorum. her yere bulaşıyorlar, uçları da ince değil üstelik. oysaki ben ince ayrıntılı resimler yapıyorum, hiç taşırmamam gerek. evet evet en güselleri kuru boyalar! babamın işyerinden getirdiği fosforlu kalemlerle resim yapmak da fena değil, hep renkleri canlı hem de bulaşmıyorlar sağa sola. ama en iyileri kuru boyalar bence.
zerrin bizde. komşunun kızlarının en küçüğü, ama aramızda 4 ya da 5 yaş var; lakin çok iyi anlaşıyoruz. aslında zerrin'le garip bi ilişkimiz var, bir küsüp bir barışıyoruz. zerrin'den çok şey öğreniyorum. o benden çok tecrübeli, çünkü ben hep annemleymişim ama onun ablaları da var, üstelik ev işi bile yapabiliyor! ona ve ablalarına özenip bulaşık yıkamak istediğimde annem bana izin vermiyor. zerrin bana çok zeki geliyor. biraz anne biraz abla biraz arkadaş gibi karışık bir şey. ama çok pratik bir kız, pratikliği, el çabukluğunu ondan kapıyorum. dur bir dakika! yıllardır ilk kez aklıma gelen bir şey bu ama; hani koca koca süngerleri bebek gibi giydirip oyuncak yaparlardı yasemin ablayla. kimin aklına gelmişti onları yapmak? nurten teyze kızınca bebeklerin üzerlerini çıkarıp nasıl da onları yastık haline getiriyorlardı tekrar? nasıl üzülürdüm ben bebekler yastığa dönüştüklerinde. o süngere dönüşen bebeklerin bende şimdiki karşılığı çocukken merakları ve iyi niyetleri bol olan ama büyüdükçe mekanikleşen, sadece çalışan ve yiyip uyuyan insanlar... önce canlı bebeklerken, elbiseleri ve renkleri üzerlerinden alınıp ifadesiz süngerlere dönüyorlar nasıl da.
zerrinler'e gitmeyi de çok severdim. benim kardeşim yoktu, zaten olmasını da istemiyordum ama onlar ohoo bir sürü kardeşti. aysemi abla vardı en büyükleri, ama o üniversite okuyordu sanırım, adapazarındaydı. tahsin abi vardı sonra, onun küçüğü yasemin abla ve sonra zerrin. onlar birsürülerdi işte. yemek yiyecekleri zaman yere ve ortaya büyük bir sofra kurulur, herkes sofra bezinin altına girer ve ortadaki tek kaba kaşığını daldırarak yemeğini yerdi. herkese ayrı tabak koyacak yer yoktu çünkü sofrada. çok güzel olurdu orada yemek yemek, onların arasında olmayı çok severdim. yoğurtlu makarna olurdu mesela, ne kadar lezzetliydi orada makarna bile yemek. annem şikayet eder dururdu "nurten bu evde hiç yemek yemiyor" diye. o evde de bir guruba ait olmayı, başkalarıyla birlikte olmanın verdiği huzuru ve güveni öğrendim sanırım. annem "suya ekmek de doğrasan o evde yerdin" der şimdileri..
ama pazar günleri bizim ev de kahvaltı konusunda oldukça başarılıydı hani. ayakları katlanan beyaz bi masa vardı sanki, onu ortaya kurardık. babam uyanamıyo olurdu hep, ben de mutfaktaki annemden babama, yatak odasındaki babamdan anneme laf taşırdım. en sonunda annemin taarruz emriyle de babamı kaldırırdım. masaya oturur "7den 77'ye" izlerdik. barış manço'yu ne kadar sevdiğimi düşünürdüm. babam çok bal yerdi... babam genelde çok yemek yerdi zaten:) ben de onunla yarışırdım, onun gibi yemeye çalışırdım. ya kızarmş ekmek ya da yeni pişmiş sıcak ekmek, hangisi bilmiyorum, onlardan yerdik o sabah. aslında dışarıda oyun oynarken acıktığını unutacak kadar yemekle alakası olmayan bir çocuktum, ama yemek denen şey nurten teyzelerdeki gibi sanki insanları biraraya getiren bir şeydi. o yüzden pazar günü birlikte kahvaltı etmek güzel bir şeydi.
ben de küçükken büyüyünce babamla evleneceğimi söylediğimi hatırlıyorum ama bunun nedeni başkasına aşık olmaktan utanmamdı sanırım,babam ne de olsa babamdı, halihazırda benimdi ki o. derken tarkan çıktı piyasaya ve ona aşık oldum zaten ben. o da babama benziyomuş da sonra anladım tabi, yeşil gözler, geniş alın, ele gelir bi burun, siyah saçlar, düzgün kaşlar.. :)
.............
sanırım bugün o günlerle aynı olan bir şey var bende. yazmaktan ziyade konuşmak isteğinde olduğumdan zihnimi yazıya uygun şekilde toparlayamadığımdan kısa cümleli ve yarım bir özlem yazısı olarak kalsın bu da.
6 Nisan 2009 Pazartesi
b-alık...
kucağımdaki telefondan zeki müren: gözlerinin içine başka hayal girmesin.
... bastıran otobüs sesi...
zeki müren: bana ait çizgiler dikkat et silinmesin...
...otobüs insanları sesi... düşünceler... hafif göz yaşarması...
zeki müren: istersen yum gözlerini...
...kapanan açılan kapı sesleri... dudaklarla hafif mırıldanma...
zeki müren: benden evvel başkası bakıp seni görmesin...
yaklaşık 20 dk sonra
sinirli kel abi: kime söylediğini tam bilmeden vatandaş kapa şu teybin sesini de evinde dinle yaa!
öndeki amcalar: bakışmalar...
ben: refleks olarak tek hamleyle kapatış.
zeki müren: kıskanırdım seni ben kendi gözü-
sessizlik.
10dk sonra, inmek üzereyken
ben: en kibar ses tonu ile, gözlerine bakarak. beyfendi sizi ibrahim tatlıses'e değil de zeki müren'e maruz bıraktığım için özür dilerim.
sinirli 'kal' abi: ne olduğunu anlayamama. susuş.
6-7saniye sonra
sinirli kel abi: biraz toparlanmış; siz ne dediğinizin farkında mısınız?
ben: çok emin ve hala nazik. evet farkındayım.
sinirli kel abi: bu-burası topluluk bir yer. burda yapamazsınız.
ben: size zeki müren diyorum başka bir şey demiyorum.
sinirli kel abi: ibrahim tatlıses zeki müren farketmez, kulaklığınızı açın oradan dinleyin.
dialoğa ara vermeden, bir yandan inerken
ben: işte sizin gibi sinirli olanları rahatlatmak için otobüslere müzik yayını yapılmalı.
sinirli kel abi: ne diyeceğini bilmez. teşekkür ederim.
ben: uzaklaşırken. rica ederim.
içses: evet evet çok iyi fikir, en azından sabah saatlerinde insanlar işlerine giderken zihinleri biraz beslemek amacıyla efendim zeki müren, aşık veysel, idil biret cd'leri dinlenemez mi? eve dönüş saatlerinde de olabilir. olamaz mı?
... bastıran otobüs sesi...
zeki müren: bana ait çizgiler dikkat et silinmesin...
...otobüs insanları sesi... düşünceler... hafif göz yaşarması...
zeki müren: istersen yum gözlerini...
...kapanan açılan kapı sesleri... dudaklarla hafif mırıldanma...
zeki müren: benden evvel başkası bakıp seni görmesin...
yaklaşık 20 dk sonra
sinirli kel abi: kime söylediğini tam bilmeden vatandaş kapa şu teybin sesini de evinde dinle yaa!
öndeki amcalar: bakışmalar...
ben: refleks olarak tek hamleyle kapatış.
zeki müren: kıskanırdım seni ben kendi gözü-
sessizlik.
10dk sonra, inmek üzereyken
ben: en kibar ses tonu ile, gözlerine bakarak. beyfendi sizi ibrahim tatlıses'e değil de zeki müren'e maruz bıraktığım için özür dilerim.
sinirli 'kal' abi: ne olduğunu anlayamama. susuş.
6-7saniye sonra
sinirli kel abi: biraz toparlanmış; siz ne dediğinizin farkında mısınız?
ben: çok emin ve hala nazik. evet farkındayım.
sinirli kel abi: bu-burası topluluk bir yer. burda yapamazsınız.
ben: size zeki müren diyorum başka bir şey demiyorum.
sinirli kel abi: ibrahim tatlıses zeki müren farketmez, kulaklığınızı açın oradan dinleyin.
dialoğa ara vermeden, bir yandan inerken
ben: işte sizin gibi sinirli olanları rahatlatmak için otobüslere müzik yayını yapılmalı.
sinirli kel abi: ne diyeceğini bilmez. teşekkür ederim.
ben: uzaklaşırken. rica ederim.
içses: evet evet çok iyi fikir, en azından sabah saatlerinde insanlar işlerine giderken zihinleri biraz beslemek amacıyla efendim zeki müren, aşık veysel, idil biret cd'leri dinlenemez mi? eve dönüş saatlerinde de olabilir. olamaz mı?
31 Mart 2009 Salı
bu gece yeter bu kadar (evet gece, her ne kadar kayıtlar 31mart'ta görünse de şuan saat 3:24 ve nisan1. ne var kardeşim ayarlayamadım saatlerini şu pustanın!).
ben biraz kalemimun sapinu gülle donatup uyyicağum.
yastık çekereeeek mahmuureeeee...
(kendime ayar: noluyor kurabye hanım? anı kitabı okuyorsun diye sapır sapır dökülmeye başladı bilinçaltına ne attıysan, hatır hatır ayrıntılı geçmiş yazıyorsun hayırdır? nerden çıktı yani 10sene önceki mürekkep uçların? okuduğundan bir etkilenme bir esinlenme konusu mudur bu acaba? sen hep böylesin zaten! orhan veli seversin, iki satır yazim dersin, sanki garip akımının yandan yemişini başlatıyorsun! bırak bu işleri hadi ordan!)
pusta: babaannemin kullandığı bir kelime. "nesne, şey" anlamına geliyor olsa gerek ancak bu kelime olumsuz durumlarda kullanılıyor. örn: (tv'yi kastederek) "şu pustayı da bi düzeltemediniz bea".
ben biraz kalemimun sapinu gülle donatup uyyicağum.
yastık çekereeeek mahmuureeeee...
(kendime ayar: noluyor kurabye hanım? anı kitabı okuyorsun diye sapır sapır dökülmeye başladı bilinçaltına ne attıysan, hatır hatır ayrıntılı geçmiş yazıyorsun hayırdır? nerden çıktı yani 10sene önceki mürekkep uçların? okuduğundan bir etkilenme bir esinlenme konusu mudur bu acaba? sen hep böylesin zaten! orhan veli seversin, iki satır yazim dersin, sanki garip akımının yandan yemişini başlatıyorsun! bırak bu işleri hadi ordan!)
pusta: babaannemin kullandığı bir kelime. "nesne, şey" anlamına geliyor olsa gerek ancak bu kelime olumsuz durumlarda kullanılıyor. örn: (tv'yi kastederek) "şu pustayı da bi düzeltemediniz bea".
zih.in a"k-ış"ı...
geçen ay marley'in yaptığı tespit aldı başını yürüdü ve bende diğer insanların dikkatini çeken bir saplantı halini aldı sevgili okuyucu. ne demişti derseniz:
"takım elbise giymiş ve elinde kagıt kalem dolaşan trt kadınları gibisin." demişti kendisi.
diksiyon dersinden sonra -tiyatrodaki şu 1.etap da sona erince artık kendimi bu konuda etkin saydığımdan mıdır nedir- garip bir dünyayı değiştirme telaşına girdim yine. arasıra olur bu bana; yeni bir şey öğrendiğimde en ilgisiz insanla bile onu paylaşmam, paylaştıkça sevinmem, başka insanlara bir şeyler katabilme duygumun mutluluğu hep bundandır. yani ''bak ben bir şey öğrendim, şu konu şöyleymiş biliyor musun'' demeyi seviyorum, çünkü kendim de insanlardan yeni şeyler öğrenmeyi çok seviyorum.
....
hmm, aklıma gelen şeye de bak: ben ilköğretimdeyken "güzel konuşma ve yazma" derslerimiz vardı sanki; bol bol elyazısıyla özlü sözler yazardık mürekkebe bandığımız o renkli saplı uçları kullanarak. hani bunların numaraları da olurdu sanki, incesi kalını vardı. benimkinin sapı sarıydı diye hatırlıyorum, ince uçlu tercih ederdim -ama en incelerinden değil-. o dersin olduğu gün eve mutlaka parmaklarımda mürekkep lekeleriyle dönerdim. bunu çok mutlu bir şekilde anımsıyorum, niye bilmiyorum bir iş yaptıktan sonra o işten üzerimde bir şeyler kalmasını seviyorum, ağlarken üzerimdeki kıyafetin kol, bacak ve bel kısmına burnumu ve gözlerimi doyasıya silmek dahil (ıyyy:). bir işle uğraşıyorsam onun içine girmeyi seviyorum işte böyle. izleri seviyorum. mesela benlerimi ya da sol gözümle kaşım arasındaki gözümün kenarında duran bebeklikten kalma şimdi minicik kalmış o düşme izimi. hmm, ama dizlerimdeki kocaman kocaman izleri o kadar da sevmiyorum tamam:) 7-8yaşımdan beri orada duruyorlar; öyle çok düşerdim ki ben hatırlamıyorum bile çoğunu izlerin nedeninin. ama en belirgin olanı hatırlıyorum; bursa'daydım. komşunun oğlu -sonradan ilkokula başlayınca zeka yaşının 2yaş küçük olduğu anlaşılacak olan- ismail'in şeyini çıkarıp bütün mahallenin çocuklarını önüne katarak bizi kovaladığını ve ondan kaçarken kötü bir şekilde düştüğümü hatırlıyorum. kıpkırmızı kalmıştı orası günlerce nasıl ezilerek sıyrıldıysa. tamam, ne kadar çirkin olsa da o da benim izim. -ben hatalarımı çok sahipleniyorum; bunun izlerle ve kusurlarla bir alakası olabilir.
o'nun da en çok kusurlarını sevdikçe ona bir nebze olsun öğretebildim sanıyorum kendiyle barışık olmayı. sevmediği yerlerini saklar olmaması bunun en güzel yanı.. =) ama keşke duygularını daha açık anlatabilmeyi de öğretebilseydim... hiçbir iletişim sorunun olmadığı güllük gülüstanlık bir birliktelik.
rüyalarda buluşuruz.
-sahi, şu güzel konuşma ve yazma derslerinde niye biz hep atasözleri yazardık güzel yazı defterlerimize? sınıfın çoğunun yazısı çok kötüydü zaten. hem günlük hayatta ne kadar yazarak anlaşıyoruz ki? keşke birazcık olsun konuşmayı -konuşmayı da değil, iletişim kurabilme becerisini- öğretselermiş bize...
"takım elbise giymiş ve elinde kagıt kalem dolaşan trt kadınları gibisin." demişti kendisi.
diksiyon dersinden sonra -tiyatrodaki şu 1.etap da sona erince artık kendimi bu konuda etkin saydığımdan mıdır nedir- garip bir dünyayı değiştirme telaşına girdim yine. arasıra olur bu bana; yeni bir şey öğrendiğimde en ilgisiz insanla bile onu paylaşmam, paylaştıkça sevinmem, başka insanlara bir şeyler katabilme duygumun mutluluğu hep bundandır. yani ''bak ben bir şey öğrendim, şu konu şöyleymiş biliyor musun'' demeyi seviyorum, çünkü kendim de insanlardan yeni şeyler öğrenmeyi çok seviyorum.
....
hmm, aklıma gelen şeye de bak: ben ilköğretimdeyken "güzel konuşma ve yazma" derslerimiz vardı sanki; bol bol elyazısıyla özlü sözler yazardık mürekkebe bandığımız o renkli saplı uçları kullanarak. hani bunların numaraları da olurdu sanki, incesi kalını vardı. benimkinin sapı sarıydı diye hatırlıyorum, ince uçlu tercih ederdim -ama en incelerinden değil-. o dersin olduğu gün eve mutlaka parmaklarımda mürekkep lekeleriyle dönerdim. bunu çok mutlu bir şekilde anımsıyorum, niye bilmiyorum bir iş yaptıktan sonra o işten üzerimde bir şeyler kalmasını seviyorum, ağlarken üzerimdeki kıyafetin kol, bacak ve bel kısmına burnumu ve gözlerimi doyasıya silmek dahil (ıyyy:). bir işle uğraşıyorsam onun içine girmeyi seviyorum işte böyle. izleri seviyorum. mesela benlerimi ya da sol gözümle kaşım arasındaki gözümün kenarında duran bebeklikten kalma şimdi minicik kalmış o düşme izimi. hmm, ama dizlerimdeki kocaman kocaman izleri o kadar da sevmiyorum tamam:) 7-8yaşımdan beri orada duruyorlar; öyle çok düşerdim ki ben hatırlamıyorum bile çoğunu izlerin nedeninin. ama en belirgin olanı hatırlıyorum; bursa'daydım. komşunun oğlu -sonradan ilkokula başlayınca zeka yaşının 2yaş küçük olduğu anlaşılacak olan- ismail'in şeyini çıkarıp bütün mahallenin çocuklarını önüne katarak bizi kovaladığını ve ondan kaçarken kötü bir şekilde düştüğümü hatırlıyorum. kıpkırmızı kalmıştı orası günlerce nasıl ezilerek sıyrıldıysa. tamam, ne kadar çirkin olsa da o da benim izim. -ben hatalarımı çok sahipleniyorum; bunun izlerle ve kusurlarla bir alakası olabilir.
o'nun da en çok kusurlarını sevdikçe ona bir nebze olsun öğretebildim sanıyorum kendiyle barışık olmayı. sevmediği yerlerini saklar olmaması bunun en güzel yanı.. =) ama keşke duygularını daha açık anlatabilmeyi de öğretebilseydim... hiçbir iletişim sorunun olmadığı güllük gülüstanlık bir birliktelik.
rüyalarda buluşuruz.
-sahi, şu güzel konuşma ve yazma derslerinde niye biz hep atasözleri yazardık güzel yazı defterlerimize? sınıfın çoğunun yazısı çok kötüydü zaten. hem günlük hayatta ne kadar yazarak anlaşıyoruz ki? keşke birazcık olsun konuşmayı -konuşmayı da değil, iletişim kurabilme becerisini- öğretselermiş bize...
şey, ben geldim. :$
(vallahi internet yoktu, ondan böyle oldu yoksa yazacaktım ben buraya yahu. neyse ki adsl'imiz yapıldı 1300liralık 146'nın bize ''giriş''inin ardından :S)
açıköğretim sınavına bikaç gün kaldı. hani olur ya insana: mesela önünüzdeki vazonun azönce peçetelikten peçete alırken eliniz çarpınca dengesinin bozulduğunu görürseniz, bi iki kere yalpalasa da, düşeceği belli olsa da elinizi uzatıp tutabilecekken hiçbir şey yapmazsınız. işte tam bu haldeyim, gittikçe zaman azalıyor ama ben tiyatrodan ödün vermeyerek kendime ucuz kahramanlık yapıyorum. (ilerde röportaj verirken malzeme olsun söyleyecek diil mi efenim)
bu soyut olaylar için de aynı olur bazen. şayet bunu başıma sık sık getirmekte epey başarılıyımdır. ancak bu bir kerede değil de parça parça bir kaç yazıya konu edilerek harcanacak bir konu:)
buaralar -kalın kitaplara karşı fobim olmasına rağmen- ferhan şensoy'un ''kalemimin sapını gülle donattım''ını elimden düşürmüyorum. hatta beni çok şaşırtan bir şekilde -otobüste okuma ve yazma özürlü bir insan olmama rağmen- otobüste bile okuyorum bu kitabı (harf boyutu diğer kitaplara oranla oldukça büyük olmasından da kaynaklanıyor olabilir bu). öyle başına oturup saatlerce kalkılmayacak bir kitap olarak da nitelenebilir ama ayriyeten öyle bir özelliği var ki; onu sabah kalkıp elinize alıp 2-3 bölüm okuyup okula hazırlandıktan sonra otobüse binip birkaç bölüm daha okuyabilirsiniz. ardından derse girmeyi beklerken de arkadaşlara çaktırmadan bir sayfa okuyup, ders bittikten sonra eve dönerken yine birkaç bölüm, yemek yedikten sonra (hatta bazen yerken) birkaç tanesini daha okursunuz rahatça. sonuç olarak da yatmadan önce 3-4bölüm okur, rahatlar ve uyursunuz. daha önce hiçbir kitapla böyle bir bağım olmamıştı.
evet evet her kitapla ayrı bir bağ kuruyorum sanırım. suç ve cezayı mesela yavas yavas okuyup ilerlerken 12gün ara verip bu aranın ardından bitirmiştim. ama bir ay kadar elimde oraya buraya taşıdığımı bilirim o kütüğü:)
ama bakın mesela uğultulu tepeler'i tam bir gün içinde bitirmiştim (bu kitabın da 400küsür sayfa olduğunu ancak ingilizcesini okumadığımı söylememde fayda var).
bazı kitaplara veya oyunlara da kuaförde başlıyor yatakta bitiriyorum:) ancak bunlardan pek fayda beklememem gerek diye düşünmeye başladım zira şekspir efendi'nin hamletine de saçıma boya yaptırdığım gün başladım ve üç gün sonra bitirdiğimde ''vay bee ne adammış ama! işte şekspir bee!'' modundan ziyade ''ee, bu muydu şmdi? yani so what?'' haline bürünmüştüm. fazla düşünmeden uyudum sonra. ertesi gün tiyatroda cemkenar'la hamlet konuşurken -ben ''hah işte ben anlamadım ama şekspir dedikleri boru olamayacağına göre değerli hocam beni aydınlatır, ben de ne kadar özürlüyüm anlarım" diye düşünüyorken- sizce niye bu oyun bu güne kadar gelmiştir dedi, cevap şuydu "to be or not to be", ama ne gariptir ki bunu söylediği tiradı oyundan tamamen çıkarmakla oyunun anlamında hiçbir değişme olmuyor tanrım! konuştukça francis bacon'cuyuz ve christopher marlowe'ciyiz gibi bir sonuç çıktı sanki. yani şöyle ki aslında shakespeare denen kişinin christopher marlowe ve francis bacon'ca oluşturulmuş olduğu üzerine konuşuldu. zira ingiltere'nin elinde ''şekspir'in doğduğu sanılan ev'' ve ''şekspir olduğı sanılan şahsın resmi''yle oyunlar bulunmakta yalnızca. ingiltere kayıtlarında (ki çok ayrıntılıdır bu adamların kayıtları) sadece şekspir diye birinin doğduğu kesin ama bu tıpkı ''mehmet yılmaz'' diye birinin doğmuş olması gibi, yani onlarca olabilir bu adla doğmuş biri. ayrıca bu kadar ayrıntılı tutulan bir devlet kaydında şekspir'in ülke dışına çıktığıyla ilgili hiçbir bilgi yok ancak venedik taciri oyununa kendisi çok ayrıntılı olarak venedikten bütün ince tasfirleriyle bahsediyor. Christopher Marlowe'unsa venedik'te bulunduğu biliniyor.
ay çok konuşmuşum ben:) sonuç olarak size bacon ile şekspir'in resimlerini sunayım. sizin de akıllarınıza bir fit sokabilirsem ne mutlu bana. (hem almanlar göğüslerini gere gere "goethe enstitüleri" açıyor da ingiltere niye shakespeare'nin adını kullanmıyor hiç baby? yaaa;)

işte böyle sevgili okuyucu. tarihin karanlık sayfalarından birini daha (amerikayı ikinci kez keşfetme edasıyla) gün yüzüne çıkarıp sizleri bilinçlendirmenin gururu ve onuru içerisinde vazonun yalpalanmasını insanı sinir eden bir eylemsizlikle izliyorum.
(vallahi internet yoktu, ondan böyle oldu yoksa yazacaktım ben buraya yahu. neyse ki adsl'imiz yapıldı 1300liralık 146'nın bize ''giriş''inin ardından :S)
açıköğretim sınavına bikaç gün kaldı. hani olur ya insana: mesela önünüzdeki vazonun azönce peçetelikten peçete alırken eliniz çarpınca dengesinin bozulduğunu görürseniz, bi iki kere yalpalasa da, düşeceği belli olsa da elinizi uzatıp tutabilecekken hiçbir şey yapmazsınız. işte tam bu haldeyim, gittikçe zaman azalıyor ama ben tiyatrodan ödün vermeyerek kendime ucuz kahramanlık yapıyorum. (ilerde röportaj verirken malzeme olsun söyleyecek diil mi efenim)
bu soyut olaylar için de aynı olur bazen. şayet bunu başıma sık sık getirmekte epey başarılıyımdır. ancak bu bir kerede değil de parça parça bir kaç yazıya konu edilerek harcanacak bir konu:)
buaralar -kalın kitaplara karşı fobim olmasına rağmen- ferhan şensoy'un ''kalemimin sapını gülle donattım''ını elimden düşürmüyorum. hatta beni çok şaşırtan bir şekilde -otobüste okuma ve yazma özürlü bir insan olmama rağmen- otobüste bile okuyorum bu kitabı (harf boyutu diğer kitaplara oranla oldukça büyük olmasından da kaynaklanıyor olabilir bu). öyle başına oturup saatlerce kalkılmayacak bir kitap olarak da nitelenebilir ama ayriyeten öyle bir özelliği var ki; onu sabah kalkıp elinize alıp 2-3 bölüm okuyup okula hazırlandıktan sonra otobüse binip birkaç bölüm daha okuyabilirsiniz. ardından derse girmeyi beklerken de arkadaşlara çaktırmadan bir sayfa okuyup, ders bittikten sonra eve dönerken yine birkaç bölüm, yemek yedikten sonra (hatta bazen yerken) birkaç tanesini daha okursunuz rahatça. sonuç olarak da yatmadan önce 3-4bölüm okur, rahatlar ve uyursunuz. daha önce hiçbir kitapla böyle bir bağım olmamıştı.
evet evet her kitapla ayrı bir bağ kuruyorum sanırım. suç ve cezayı mesela yavas yavas okuyup ilerlerken 12gün ara verip bu aranın ardından bitirmiştim. ama bir ay kadar elimde oraya buraya taşıdığımı bilirim o kütüğü:)
ama bakın mesela uğultulu tepeler'i tam bir gün içinde bitirmiştim (bu kitabın da 400küsür sayfa olduğunu ancak ingilizcesini okumadığımı söylememde fayda var).
bazı kitaplara veya oyunlara da kuaförde başlıyor yatakta bitiriyorum:) ancak bunlardan pek fayda beklememem gerek diye düşünmeye başladım zira şekspir efendi'nin hamletine de saçıma boya yaptırdığım gün başladım ve üç gün sonra bitirdiğimde ''vay bee ne adammış ama! işte şekspir bee!'' modundan ziyade ''ee, bu muydu şmdi? yani so what?'' haline bürünmüştüm. fazla düşünmeden uyudum sonra. ertesi gün tiyatroda cemkenar'la hamlet konuşurken -ben ''hah işte ben anlamadım ama şekspir dedikleri boru olamayacağına göre değerli hocam beni aydınlatır, ben de ne kadar özürlüyüm anlarım" diye düşünüyorken- sizce niye bu oyun bu güne kadar gelmiştir dedi, cevap şuydu "to be or not to be", ama ne gariptir ki bunu söylediği tiradı oyundan tamamen çıkarmakla oyunun anlamında hiçbir değişme olmuyor tanrım! konuştukça francis bacon'cuyuz ve christopher marlowe'ciyiz gibi bir sonuç çıktı sanki. yani şöyle ki aslında shakespeare denen kişinin christopher marlowe ve francis bacon'ca oluşturulmuş olduğu üzerine konuşuldu. zira ingiltere'nin elinde ''şekspir'in doğduğu sanılan ev'' ve ''şekspir olduğı sanılan şahsın resmi''yle oyunlar bulunmakta yalnızca. ingiltere kayıtlarında (ki çok ayrıntılıdır bu adamların kayıtları) sadece şekspir diye birinin doğduğu kesin ama bu tıpkı ''mehmet yılmaz'' diye birinin doğmuş olması gibi, yani onlarca olabilir bu adla doğmuş biri. ayrıca bu kadar ayrıntılı tutulan bir devlet kaydında şekspir'in ülke dışına çıktığıyla ilgili hiçbir bilgi yok ancak venedik taciri oyununa kendisi çok ayrıntılı olarak venedikten bütün ince tasfirleriyle bahsediyor. Christopher Marlowe'unsa venedik'te bulunduğu biliniyor.
ay çok konuşmuşum ben:) sonuç olarak size bacon ile şekspir'in resimlerini sunayım. sizin de akıllarınıza bir fit sokabilirsem ne mutlu bana. (hem almanlar göğüslerini gere gere "goethe enstitüleri" açıyor da ingiltere niye shakespeare'nin adını kullanmıyor hiç baby? yaaa;)

işte böyle sevgili okuyucu. tarihin karanlık sayfalarından birini daha (amerikayı ikinci kez keşfetme edasıyla) gün yüzüne çıkarıp sizleri bilinçlendirmenin gururu ve onuru içerisinde vazonun yalpalanmasını insanı sinir eden bir eylemsizlikle izliyorum.
7 Mart 2009 Cumartesi
şimdi kafamdaki her şeyi dökmeliyim:
açıköğretim sandığımdan daha fazla anamı belleyecek sevgili günce; fakeflake hatır hatır çalışmaya, fapikler de haşır haşır test çözmeye başladılar ben fosur fosur uyuklarken! az zamanda çok işler başarmalıyım ki sınavları hakkıyla geçebileyim. bu gerçekten bela olacak bana: christ'ın da dediği gibi ''kapalısını bitirdin de açığı mı kaldı''? of of...
hem de ökm'de yeni bir oyun daha çıkacakken...
tiyatro kursunda işler ciddileşmeye başlamışken...
okumam gereken onlarca oyun ve kitap varken...
alttan kalan derslerim ve seçmeli dersim beni oldukça zorlarken,
üstüne üstlük bir de bu dönemin dersleriyle bayağı çatışırken...
bir de kilo vermek isterken :$
of of offf.........
dur ben bu akşam en az üç tane oyun okuyayım (serbest çağrışım: en az üç çocuk doğurun)! yarın ilk işim dario fo'nun bir anarşistin kaza sonucu ölümü'nü bulmak ve okumak! üstüne bir de ptesi günkü derse çalışmak, paşa paşa boş günümde alttan dersime girmek ve o gün diğer derslerin kitaplarını almak! sonra bi daha okumak okumak... uyursam uykum kaçsın allah'ım!
açıköğretim sandığımdan daha fazla anamı belleyecek sevgili günce; fakeflake hatır hatır çalışmaya, fapikler de haşır haşır test çözmeye başladılar ben fosur fosur uyuklarken! az zamanda çok işler başarmalıyım ki sınavları hakkıyla geçebileyim. bu gerçekten bela olacak bana: christ'ın da dediği gibi ''kapalısını bitirdin de açığı mı kaldı''? of of...
hem de ökm'de yeni bir oyun daha çıkacakken...
tiyatro kursunda işler ciddileşmeye başlamışken...
okumam gereken onlarca oyun ve kitap varken...
alttan kalan derslerim ve seçmeli dersim beni oldukça zorlarken,
üstüne üstlük bir de bu dönemin dersleriyle bayağı çatışırken...
bir de kilo vermek isterken :$
of of offf.........
dur ben bu akşam en az üç tane oyun okuyayım (serbest çağrışım: en az üç çocuk doğurun)! yarın ilk işim dario fo'nun bir anarşistin kaza sonucu ölümü'nü bulmak ve okumak! üstüne bir de ptesi günkü derse çalışmak, paşa paşa boş günümde alttan dersime girmek ve o gün diğer derslerin kitaplarını almak! sonra bi daha okumak okumak... uyursam uykum kaçsın allah'ım!
öpim mi?
çok utanıyorum günceciğim, seni çok ihmal ettim. 15gün olmuş ilgilenmeyeli senle. nasıl da mazlum mazlum beklemişsin yahu, şuan çok sevdiğim birinin kolunu yanlışlıkla tırnağımla çizmiş de özür dilemek için defalarca orayı öpüyo gibi seni de öpmek istiyorum...
20 Şubat 2009 Cuma
19 Şubat 2009 Perşembe
dikkat şiir var!
kışları oldukça çetin geçen, bundan 70-80 yıl önce tam bir mahrumiyet bölgesi olan bir ilde bir kız çocuğu dünyaya gözlerini açar. üç tane kardeşi olur bu kızın. bunlardan aralarında pek yaş farkı olmayanlardan biri duyma engelli, diğeri zihinsel engellidir. sonraları bir erkek kardeşi daha olur.
annesi yediği dayaklara dayanamayıp bir gün boşanmak için kağnı ile şehrin yolunu tutmuşken baba annenin yolunu keser, onu yere atıp sürükleyerek yolundan çevirir ve kalın saplı bir beli (toprak aleti olan) kadının vücuduna indirir. annenin beli kırılır ve 3-4 gün içinde ölür.
çok vakit geçmeden gelen üvey anne küçük kızı tam bir uşak gibi kullanır -ki üvey anne de anne öl(dürül)meden önce baba tarafından bekar olduğu söylenerek kandırılmıştır ve kahramanımızla üç kardeşinin yaşadığı eve getirilmiştir bile. evin bütün işlerini yapmanın yanısıra zihinsel engelli kardeşinin geceleri ıslattığı yatağını içindeki yünlere kadar kışta kıyamette o temizlemek zorunda bırakılır. 1 yaşındaki erkek kardeşinin bakımıyla da o ilgilenmektedir. o zamanlar biberon denen kolaylık henüz yoktur ve bebeklere süt içirmek için bir adet keçi boynuzunun (ucu delik olacak) üstünden süt dökülerek, uç tarafı bebeğin ağzına dayanarak içmesi sağlanır. bir gün kardeşini böyle beslerken gün boyunca yaptığı bütün işlerin yorgunluğundan uyuyakalan kız, uyandığı vakit kardeşinin boynuzun sapı tarafından boğazı parçalanarak kan kaybından ölmüş olduğunu görür.
...
kendinden 4 yaş küçük biriyle evlendirilir. hayatı boyunca toplam 15(!) tane doğum yapar, bebeklerin kimi hayatta kalır kimi kalmaz. beklenen bir erkek evlattır ve erkek evlat gelmedikçe köydeki diğer kadınların bile alay konusu olur.
...
şimdi çocuklarından hiçbiri bu sene 85 yaşında olan kendisiyle oturmak, kendisine bakmak istememektedir -keza kendisi de oldukça aksi bir yaşlı kadın olmuştur. iki oğlundan birinin ilk eşinden olan oğluna bir süre o bakmıştır ve babaanne torundan, torun da babaanneden nefret etmiştir çünkü babaanne torunu sürekli döverek büyütmektedir. kendisini uyaranlara ise "bana kimse iyi davranmadı, ben niye iyi davranayım!" diye çemkirmektedir çakır mavi gözlerinde anlaşılmaz kıvılcımlar çıkarak. kimseyle anlaşamamaktadır. bir evde tek başına yaşamakta, başının çaresine bakmaktadır ancak dışarıda görülmesi gereken işleri pek görememektedir.
ve kendisi yıllardan beri tuttuğu bir defterde şiirler yazmaktadır. hem arapçayı hem de türkçeyi kendi kendine öğrendiğinden midir arasıra kız torunlarından birinden "gel gel, bir kontrol et bakalım, şunu şunu doğru yazmış mıyım" diye görüş istemektedir. yıllardır yazdığı içleri tam anlamıyla nefret dolu şiirleri hakkında...
birinci sınıfta okuduğum melissa isimli bir hikayedeki gibi (hatrladığımda kimin olduğunu yazacağım) sadece kendisinden beklenenleri duyguları pek gözlemlenemeden otomatik olarak yapan biridir hikayenin başında. yaşadığı psikolojik travmaları sonradan gani gani içinden çıkarması da hikayenin korkunç tarafı bence. hikaye dediğime bakmayın; gerçek bunlar. bir arkadaşımın anneannesinin hayatı bu; yani onun bir nevi özeti. ayrıntıları bilemiyorum.
yalnız bir de şiir yazıyor olması ona benim gözümde "benim ananem halk ozanı" diyip gülen arkadaşımınkine benzer şekilde anne bradstreet'imsi bir hal aldırıyor. kim bilir belki de bir gün o defteri alınıp okunur ve belki de edebi değeri tespit edilip üniversitelerde araştırma konusu bile olur. :)
annesi yediği dayaklara dayanamayıp bir gün boşanmak için kağnı ile şehrin yolunu tutmuşken baba annenin yolunu keser, onu yere atıp sürükleyerek yolundan çevirir ve kalın saplı bir beli (toprak aleti olan) kadının vücuduna indirir. annenin beli kırılır ve 3-4 gün içinde ölür.
çok vakit geçmeden gelen üvey anne küçük kızı tam bir uşak gibi kullanır -ki üvey anne de anne öl(dürül)meden önce baba tarafından bekar olduğu söylenerek kandırılmıştır ve kahramanımızla üç kardeşinin yaşadığı eve getirilmiştir bile. evin bütün işlerini yapmanın yanısıra zihinsel engelli kardeşinin geceleri ıslattığı yatağını içindeki yünlere kadar kışta kıyamette o temizlemek zorunda bırakılır. 1 yaşındaki erkek kardeşinin bakımıyla da o ilgilenmektedir. o zamanlar biberon denen kolaylık henüz yoktur ve bebeklere süt içirmek için bir adet keçi boynuzunun (ucu delik olacak) üstünden süt dökülerek, uç tarafı bebeğin ağzına dayanarak içmesi sağlanır. bir gün kardeşini böyle beslerken gün boyunca yaptığı bütün işlerin yorgunluğundan uyuyakalan kız, uyandığı vakit kardeşinin boynuzun sapı tarafından boğazı parçalanarak kan kaybından ölmüş olduğunu görür.
...
kendinden 4 yaş küçük biriyle evlendirilir. hayatı boyunca toplam 15(!) tane doğum yapar, bebeklerin kimi hayatta kalır kimi kalmaz. beklenen bir erkek evlattır ve erkek evlat gelmedikçe köydeki diğer kadınların bile alay konusu olur.
...
şimdi çocuklarından hiçbiri bu sene 85 yaşında olan kendisiyle oturmak, kendisine bakmak istememektedir -keza kendisi de oldukça aksi bir yaşlı kadın olmuştur. iki oğlundan birinin ilk eşinden olan oğluna bir süre o bakmıştır ve babaanne torundan, torun da babaanneden nefret etmiştir çünkü babaanne torunu sürekli döverek büyütmektedir. kendisini uyaranlara ise "bana kimse iyi davranmadı, ben niye iyi davranayım!" diye çemkirmektedir çakır mavi gözlerinde anlaşılmaz kıvılcımlar çıkarak. kimseyle anlaşamamaktadır. bir evde tek başına yaşamakta, başının çaresine bakmaktadır ancak dışarıda görülmesi gereken işleri pek görememektedir.
ve kendisi yıllardan beri tuttuğu bir defterde şiirler yazmaktadır. hem arapçayı hem de türkçeyi kendi kendine öğrendiğinden midir arasıra kız torunlarından birinden "gel gel, bir kontrol et bakalım, şunu şunu doğru yazmış mıyım" diye görüş istemektedir. yıllardır yazdığı içleri tam anlamıyla nefret dolu şiirleri hakkında...
birinci sınıfta okuduğum melissa isimli bir hikayedeki gibi (hatrladığımda kimin olduğunu yazacağım) sadece kendisinden beklenenleri duyguları pek gözlemlenemeden otomatik olarak yapan biridir hikayenin başında. yaşadığı psikolojik travmaları sonradan gani gani içinden çıkarması da hikayenin korkunç tarafı bence. hikaye dediğime bakmayın; gerçek bunlar. bir arkadaşımın anneannesinin hayatı bu; yani onun bir nevi özeti. ayrıntıları bilemiyorum.
yalnız bir de şiir yazıyor olması ona benim gözümde "benim ananem halk ozanı" diyip gülen arkadaşımınkine benzer şekilde anne bradstreet'imsi bir hal aldırıyor. kim bilir belki de bir gün o defteri alınıp okunur ve belki de edebi değeri tespit edilip üniversitelerde araştırma konusu bile olur. :)
18 Şubat 2009 Çarşamba
Lakırdılarım
"1914'de doğdum,
15'de konuştum;
Hala konuşuyorum.
Lakırdılarım ne oldu?
Gökyüzüne mi gitti?
Belki de hepsi geri gelecek
Tayyare biçimine girip
1939'da.
... "
birdenbire içimden "lakırdılarım ne oldu" dediğimi duydum da...
15'de konuştum;
Hala konuşuyorum.
Lakırdılarım ne oldu?
Gökyüzüne mi gitti?
Belki de hepsi geri gelecek
Tayyare biçimine girip
1939'da.
... "
birdenbire içimden "lakırdılarım ne oldu" dediğimi duydum da...
17 Şubat 2009 Salı
14 şubat? efendim?
(dikkat: tamamen bir içses özelliği taşımaktadır.)
ha bu arada 14 şubat da gelip geçiverdi ben günceme yazma fırsatı bulamadığımda. şahsen daha önce hiç 14 şubat kutlamadığımdan mıdır ya da 14 şubatta yapmak istediğim hiçbir şeyi hayatım boyunca yapamadığımdan mıdır bilemiyorum ancak bu gün yıllar geçtikçe benim için daha az anlam ifade etmeye, hatta "sevgilinizin kredi kartı borcunu ödeyin", efendim "ona düdüklü tencere alın" gibi kampanyaları gördükçe hiçleşmeye başlıyor. yazık, aslında. yani bana değil, bu günün ticari kazanç kapısı haline getirilmesine. işte en güzel sevgililer günü mesajlarından sizin için seçmeler:
"sevgililer gününz mübarek olsun, size ve ailenize nice sevgililer günleri diler ellerinizden öperim."
"sevgililer gününüzün hayırlara vesile olmasını diler sağlıklı ve mutlu sevgililer isterim."
vallahi ben böyle yaptım.
ha bu arada 14 şubat da gelip geçiverdi ben günceme yazma fırsatı bulamadığımda. şahsen daha önce hiç 14 şubat kutlamadığımdan mıdır ya da 14 şubatta yapmak istediğim hiçbir şeyi hayatım boyunca yapamadığımdan mıdır bilemiyorum ancak bu gün yıllar geçtikçe benim için daha az anlam ifade etmeye, hatta "sevgilinizin kredi kartı borcunu ödeyin", efendim "ona düdüklü tencere alın" gibi kampanyaları gördükçe hiçleşmeye başlıyor. yazık, aslında. yani bana değil, bu günün ticari kazanç kapısı haline getirilmesine. işte en güzel sevgililer günü mesajlarından sizin için seçmeler:
"sevgililer gününz mübarek olsun, size ve ailenize nice sevgililer günleri diler ellerinizden öperim."
"sevgililer gününüzün hayırlara vesile olmasını diler sağlıklı ve mutlu sevgililer isterim."
vallahi ben böyle yaptım.

hem ben öyle gül falan da istemezdim belirtmek isterim, alternatifler ise mesela beyaz lale, papatya buketi ya da yoldan rastgele koparılmış ama ağızda getirilen bir çiçek -tabi bunu çok ama çok güzel bir bakışla yapmak gerekiyor. eh bir de karnımı doyuracak güzel bir yemek er kişinin kendi ellerinden yapılırsa (ayy yok ufacık bir şey de olsa, hatta tatsız da olsa uğraşsın, kendi elleriyle yapsın yeter) ya da çok sevdiğim bir yiyecek için (ne bileyim bir pastacıya mesela) beni seçip araştırdığı bir mekana götürürse oldukça mutlu olurdum sanırım (oldukça mı, nankörlük etme uçarsın). bir de karşımda otururken çokk yemek yesin, o yemek yedikçe ben mutlu olayım ben onu besleyeyim falan. bu tabii sevgililer günü için değil de genel bir hayal.
evet tamam ben hayal kurmaktan vazgeçmiyorum sanırım :) ama insan niye günce yazar ki, hayallerini de yazmak için! kafamda duracağına burada dursun.
belki bir gün...
12 Şubat 2009 Perşembe

bu akşam şehir tiyatroları'nın reşat nuri sahnesi'nde "değişim üçlemesi"nin üçüncüsü olan franz kafka'nın dönüşüm'ünü izledim (yönetmen turgut denizer'in yorumundan). ve rahatlıkla söyleyebilirim ki yaptıkları şeyde kafka'da bulduğum tadı hiç ama hiç alamadım. öncelikle oyuncu seçimlerindeki hatadan mıdır, yanlış rejiden midir bilemiyorum oyunda çiğ duran bir şeyler vardı. özellikle kafka'daki en önemli imge olan baba karakteri kesinlikle olması gerektiği gibi değildi; okurken tam bir otorite ve korku sembolü taşıyan baba oyunda fazla hafif kalmıştı bana göre. oyunda gregor'un yalnızlığı babası, annesi ve grete'nin toplu umursamazlığı ve sömürücülüğüne bağlanır gibiydi, yani korku sembolünün etkisi üçe bölünmüştü ancak baba kesinlikle (tıpkı kafkanın çocukluğunda yaşadığı gibi) gregor'u gölgesi altında ezen, duygusal olarak hırpalayan bir tip olmalıydı, seyirci olarak ben bunu hiç hissedemedim, anne ve grete ile aynı kefeye konulabilecek bir tip yaratılmış, daha etkili ve öne çıkan bir baba karakteri oluşturulmamıştı. eh, bu da babasına yazdığı mektuplarda (ah yavrum, şuracıkta olsa da sarılsam, yazıık) tamamiyle yaşadıklarının bütün dehşetini (ezilmişliğini, korkusunu, gölgede kalmışlığını) ortaya seren kafka'nın eseri için olabilecek en büyük eksiktir benim gözümde; çünkü bir sabah uyandığında hamamböceğine dönüşen gregor aslında kafka'nın kendisidir. tam bir otorite ve korku sembolü olan baba karakterinin bu özelliği sanki anne, grete ve baba arasında üleştirilmiş gibiydi. beğendiğim bir noktaya gelirsek gregor'un böceğe dönüştükten sonraki oyunculuğunun (bundan önceki kısımda hem işi hem ailesi hem de gönül ilişkisindeki bozulmuşluk ve sömürmeden dolayı ümitsizlik, çaresizlik, zayıflık, itilmişlik ve kötümserlik vermesi gereken bölüm çok başarılı olmasa da) çalışılmış olduğu belliydi. ancak kafka'nın dönüşümünde gregor'un bir sabah uyanıp böceğe dönüştüğü hikayenin açılış cümlesidir ve okuyucu olayları gregor'un bakış açısından dinler. oysa oyunda gregor dönüşümünden sonra hiç konuşmadı, bu da babası sopayla onu döverken annesi ve kız kardeşinden medet umduğu sahneleri basit bir eteklere yapışma hareketi ile havada bıraktı, oyuncu vücut olarak bir böceğe başarılı dönüşmüş olsa da böceğe dönüşen gregor'un duygularını seyirciye aksettiremedi fikrimce. yalnız öldükten sonra temizlikçi kadının kendisini süpürdüğü sahnenin de iyi olduğunu söylemek gerek.
(belki de en) başarılı bulduğum bir oyunculuk da patron rolünden geldi, kafka'nın iş ve aile etiğini sorgulamasının yanında aslında eleştirdiği konu olan sanayi devrimiyle birlikte gelen işçilerin sömürülmesi olgusunu epey iyi hissettirdi daha ilk sahnesinde çubuklar üzerinde yürürken. grete rolü kesinlikle çok zayıftı, artık acemilikten midir bilinmez ''bir an önce oynayayım da bitsin" duygusunda gibiydi oyuncu. ancak gözüme en garip gelen de temizlikçi kadın karakteriydi; kendisine "tam bir kakılmış ol" diye reji verilmişti sanki. bu karakterin kendisi de sistem yüzünden bir ezilen olduğu için gregor'a daha yakın olması olağandı fakat abartılmış bir anaçlık vardı üzerinde.
bunların dışında hikayenin umduğumdan daha kısa olması da bir eksiydi: gregor'un sırtından yaralandığı bölümün bana göre iyi aksettirilememesinden (müziğin nabzı yükseltmesi, ışık efektlerinin yarattığı karmaşa ve hatta slow-motion yapılmasına rağmen!) belki de gregor'dan beklenilen yaralanma performansını göremediğimden (ki kısa bir süre sonra da ölüyor) oyundaki tamamlanmamışlık duygum hat safhaya çıktı.
oyunla ilgili çiğ kalmışlık duygumu şimdi tekrar sorguladığımda şu kanıya vardım ki başrol oyuncusunun selama çıkmaması (herkes sırayla selam verirken kendisi sahnenin bir köşesinde kenara süpürülmüş yatıyor ve selamlar bittikten sonra iki kişi onu bir el arabasına kaldırıyor ve biri içeri götürüyor. tam "şimdi çıkacak selama" derken yine çıkmıyor.) oyunu eksik bırakıyor. zira hevesle kendisini alkışlamak için bekledim, hatta alkışlarımı ona biriktirdim ancak sahneye geri gelmedi. ellerim bomboş kalıverdim.
bu kadar eleştiriden sonra şunu da belirtmek isterim ki oyun bütün olarak, yani çok fazla beklentiye sahip olunmadığı taktirde genel olarak seyirci üzerinde yarattığı ''baskı" ile başarılıydı -çünkü dönüşüm eseri insanda en baskın bu duyguyu oluşturur (ama bunda o insanı geren müziklerin mi oyunculuğun mu payı var bilemedim). ve kesinlikle şu üzerlerinde yürüdükleri çubuklar çok ama çok iyi fikirdi.
sahi kuzum, o elmo oyuncağı ne alakaydı öyle :) şaka şaka, o da güzeldi bas bas "bakın ben ne değişik bir simgeyim hiç tiyatro oyununda gördünüz mü elmo, düşünün benim üzerimde!" diye bağırıyordu ancak bazıları bunu anlamamış olacak ki oyunun sonunda da elmo'ya gülenler oldu. bence elmo'yu başta ve sonda koymaları oyunun sonundaki gerginliğimizi ölçmek içindi. bir de şöyle düşünebiliriz tabi ki; salona ilk girdiğimizde elmo kahkahalar attıkça biz de fütursuzca güldük ona. ancak oyun sırasında belli oldu ki "gülenler" aslında bütün otoritelerdi ve gregor'un "gülmeye" hakkı yoktu ("çöpe!"), ve oyunun sonunda onun kahkahaları bizde bir burkulmuşluk yaratıyordu. çünkü gregor'ların beyinleri her gün hamam böceklerine dönüşürken, patronlara hiçbir şey olmuyordu ve onlar gülmeye devam ediyorlardı.
(yani belki alakasız olacak ama tıpkı seneca'nın medea'sındaki gibi: uzaktan gelen eğlence seslerine medea'nın sinirlenmesi gibi ben de oyunun sonunda elmo'ya sinirlendim biraz.)
işte böyle bir oyundu sevgili okuyucular. (müşkülpesent smiley)
11 Şubat 2009 Çarşamba
"takım elbise giymiş ve elinde kagıt kalem dolaşan trt kadınları (artık neyse o) gibisin." dedi bu akşam bana (msn'de) marley. sürekli onun yanlış yazdığı kelimeleri düzeltiyorum da, önce
"Klavyenin dili Sürcmüştür affola" dedi ama bunda bile yine cümle içinde gereksiz yere büyük harf kullandı ve sürçmek kelimesini yanlış yazdı :) buradan yola çıkıp günlük hayattaki yanlış türkçe kullanımlarıyla alakalı benim herüfcan'la (L) da dialoglarımızı içeren bir fikir-eleştiri yazısı yazmayı planlarken başlangıç noktam onun söylediği cümle olduğundan adını nasıl yazsam buraya diye düşündüm ve msn'deki görüntü adının nereden geldiğini sordum ona. bunun birkaç anlamı olduğunu söyledi. derken epeydir şaşkınlığa susamış ruhumu doyuracak bir cevap veriverdi bana orada. (kendisinden izin aldıktan sonra) ben de buraya yazmaya karar verdim söylediklerini; cevabı aynen böyleydi:
bak şimdi ben 16 yaşındayken bizim bir müzik grubumuz vardı ruhlarin ritmi diye. ben de davulcuydum, aynı zamanda koordine ediyordum herkesi; 3 kişilik bir muzik grubu bu.
sonra bir gün bizim elimize bir heykel geçti ismini bir şekilde "marley" koyduk ve viking mitolojisine göre o kuklaya üçümüzün ruhunu yükledik. hakan, yani bizim solist arkadaş "bize bir gün bir şey olursa bu kukla da zarar görecek" dedi. bir şekilde yaptıgı şeylere inandı ve bizi de inandırdı.
bir gün evde dururken (o ara heykel bende duruyordu) heykel yere düştü bacağı kırıldı, ben pek önemsemedim. diğer gün hakanın öldürüldügünü öğrendim. otopside de önce bacağının kırıldıgı sonra da diğer yerlerine baskı uygunlandığı belirlendiği ve o şekilde öldürüldü söylendi bize...
diğer arkadaşımız hakan öldü diye artık yaşayamam ben buralarda deyip isvicreye gitti ben de bir şekilde çabaladım ve yaşamıma devam ettim. artık müzik hayatımda eskisi gibi yok.
hepsini bir satırda yazdı msn ekranında. (viking mitolojisi neymiş yahu) ben okuduklarımın şaşkınlığı içindeyken de:
ben bütün bunları küçük bi çocukken yaşadım! herkes bizi sorumlu tuttu arkadaşımızın ölümünden, herkes bizi sucladı ama bir şekilde kaldırmaya çabaladık!
diye devam edip olayın -cinayetin- içyüzünü anlattı. dediğim gibi uzun zamandır kimseden bu tür bir hikaye dinlememiştim ve hürriyet pazar'daki adli tıp dedektifi bir hatun kişinin yazılarını okuduğum zamana döndüm bir an. (ya da ben çok farklı bir şey sorup böylesine bir cevap aldığım için bu kadar etkilenmişimdir bilemiyorum.)
cem karaca kulaklarımda şimdi: "hayat ne garip, hayat çok garip."
"Klavyenin dili Sürcmüştür affola" dedi ama bunda bile yine cümle içinde gereksiz yere büyük harf kullandı ve sürçmek kelimesini yanlış yazdı :) buradan yola çıkıp günlük hayattaki yanlış türkçe kullanımlarıyla alakalı benim herüfcan'la (L) da dialoglarımızı içeren bir fikir-eleştiri yazısı yazmayı planlarken başlangıç noktam onun söylediği cümle olduğundan adını nasıl yazsam buraya diye düşündüm ve msn'deki görüntü adının nereden geldiğini sordum ona. bunun birkaç anlamı olduğunu söyledi. derken epeydir şaşkınlığa susamış ruhumu doyuracak bir cevap veriverdi bana orada. (kendisinden izin aldıktan sonra) ben de buraya yazmaya karar verdim söylediklerini; cevabı aynen böyleydi:
bak şimdi ben 16 yaşındayken bizim bir müzik grubumuz vardı ruhlarin ritmi diye. ben de davulcuydum, aynı zamanda koordine ediyordum herkesi; 3 kişilik bir muzik grubu bu.
sonra bir gün bizim elimize bir heykel geçti ismini bir şekilde "marley" koyduk ve viking mitolojisine göre o kuklaya üçümüzün ruhunu yükledik. hakan, yani bizim solist arkadaş "bize bir gün bir şey olursa bu kukla da zarar görecek" dedi. bir şekilde yaptıgı şeylere inandı ve bizi de inandırdı.
bir gün evde dururken (o ara heykel bende duruyordu) heykel yere düştü bacağı kırıldı, ben pek önemsemedim. diğer gün hakanın öldürüldügünü öğrendim. otopside de önce bacağının kırıldıgı sonra da diğer yerlerine baskı uygunlandığı belirlendiği ve o şekilde öldürüldü söylendi bize...
diğer arkadaşımız hakan öldü diye artık yaşayamam ben buralarda deyip isvicreye gitti ben de bir şekilde çabaladım ve yaşamıma devam ettim. artık müzik hayatımda eskisi gibi yok.
hepsini bir satırda yazdı msn ekranında. (viking mitolojisi neymiş yahu) ben okuduklarımın şaşkınlığı içindeyken de:
ben bütün bunları küçük bi çocukken yaşadım! herkes bizi sorumlu tuttu arkadaşımızın ölümünden, herkes bizi sucladı ama bir şekilde kaldırmaya çabaladık!
diye devam edip olayın -cinayetin- içyüzünü anlattı. dediğim gibi uzun zamandır kimseden bu tür bir hikaye dinlememiştim ve hürriyet pazar'daki adli tıp dedektifi bir hatun kişinin yazılarını okuduğum zamana döndüm bir an. (ya da ben çok farklı bir şey sorup böylesine bir cevap aldığım için bu kadar etkilenmişimdir bilemiyorum.)
cem karaca kulaklarımda şimdi: "hayat ne garip, hayat çok garip."
10 Şubat 2009 Salı
(not: bu kayıtta yazanlar tamamen kurabye'yi ilgilendirmektedir, yani okuyucunun dikkatini çekecek bir husus içermemektedir, tamamen iç mevzulardan oluşan sıkıcı bir yazıdır.)
öyle çok yapmam gereken şey var ki blog ve ben öyle miskin bi insanım ki hayatımdaki hiçbir şeye yetişemiyorum çünkü hayatım benden daha hızlı akıyor; evet evet hayatımın akış hızına yetişemeyen biriyim ben! bir hafta ya da bir ay gibi bir zaman dilimi öncesinden planladığım ne varsa zamanı geldiğinde veya sonradan arkama dönüp baktığımda planlarımın üzerinde düşünmeme rağmen bulamıyorum! çoğunun gerçekleşememiş olduğunu görüyorum. işin garibi beni alıkoyan mel'un gücü de o kadar düşünmeme rağmen bulamıyorum.
bu (hmm, blog için türkçe kelime ne önerilmiş bir araştıralm; ''ağ günlüğü'' diye çevrilmiş ancak ''günce'' kelimesi de kulağa hoş geliyor. kullanmayı denemeliyim.) günceyi (seni) de hayatıma bir çeşit düzen getirmek için edindim diyebilirim, yani burası bir çeşit benim ''yapılacaklar listem'' olabilir. zira bilgisayar ekranında düşünce yazısı yazamamak [peki ya nerde en kolay yazmak? bir adet N70(!) alınmak, sırasıyla messages-new message-text message tuşlanmak ve orada parmaklar ağrıyana dek ''stream of consciousness'' yoluyla yazı yazmak. uzaktaki sevgili ekolünden gelmenin en garip sonucunu yaşamak, ekran başında msn kullanmanın dışında yazı yazarken kilitlenmek], yazı dilimin kısaltmalarla veya yanlış türkçe kullanımlarıyla dolu olması, şuanki gibi başlayıp da sonunu getiremeden sıkılmak, devam ettirmekte zorlanmak gibi sorunlarım var, eh iş hayatında da adının hakkını verecek bir lap-top'um olacağından şimdiden bu ışıklı ekrana alışsam iyi olacak benim için.
tekrar başlangıç noktama dönersem sorunum isteyip isteyip elde etmek için yeterli gayreti göstermemek mi yoksa başkalarına çok ama çok fazla gelen şeyleri aynı anda istemek mi bilmiyorum. kaynağını şimdi hatırlamadığım ancak önemsediğim bir söz ''hedeflerinizi asla başkalarıyla paylaşmayın'' die öğüt verirdi fakat şuan bu öğüdü esgeçeceğim. (bu düzgün türkçe kullanmak tik gibi bir hal alacak sanırım tiyatrodaki diksiyon dersinin ardından. ah bir de şu diyafram nefesini alabilsem...)
şmdi; EHEM'e devam etmem gerekiyor, c.tesi günleri de 15:00~19:00 saatleri arasında da TİYATRO Z'deki kurs var (birebir ilgilenilen ve eğitmenleri kaliteli olan bir yerde bu işe zaman ayırmak ve bilgi torbamı doldurmak zamanımı değerli kullandığımı hissettiriyor bana.) eh; nisandan itibaren 4 sene boyunca açıköğretim sınavları da yoklayacak beni (bir bölüm daha okumak lazımdı, ne olur ne olmaz hayatta, değil mi). ha, ben bir de amerikan kültürü ve edebiyatı denen bir şeyin lisans eğitimini de alıyorum değil mi (alttan dersler... of of...)? okul açılınca ökm'deki grupta da oyunlar oynanmaya devam edecek sahi; ek olarak yeni bir oyun da çıkacak deniyor!
............
bir dakika bir dakika, aman yarabbi başım döndü.
not: sonra bir ara devam edeceğim.
.............
bu yazıyı yazdıktan sonra ilk kez ''acaba tiyatroyu bırakmalı mıyım'' die düşündüm; hatta bunu güncemin adresini verdiğim ve yazımı okuyan flipo ve minerva'ya da dile getirdim (zira onlarla da geçen senelerdeki kadar vakit geçiremiyorum-özellikle birinci sınıftaki kadar; bu da beni üzüyor ve bir tür eksiklik duygusu yaşatıyor bana:( ve soruma gelen sorulu cevap şuydu ''iyi ama şimdi değil de ne zaman?''. bu da doğru ama her şey için doğru. üniversitede değil de ne zaman? (bu başka bir yazının konusu olabilir)
sanırım bütün ayrılık gayrılık ben tiyatroya yöneldiğim zamanlar (2. sınıfın 2.döneminin başları) başladı. hayatıma beynimi besleyen, gözlerimle algılarımı açan, bakış açımı değiştiren birçok ayrıntı ve bilgi kattım; bundan dolayı mutlu ve tatminim (gerçi tatmin değilim, insan öğrenmeye doymuyor eksikliklerini görünce) ama ya kaçırdığım bir şeyler varsa ve bunlar sandığımdan daha önemliyse?
yoksa bu "bir yöne yönelince diğerlerindekileri kaçırma" duygusu mu benim düzenimi bozuyor ve tamamlanamıyorum? herkes "her şeyi aynı anda isteme"nin insanı bir yere vardıramayacağını söylüyor; tiyatrodan anı ve yusufla konuşurken onlara modelistlik kursuna da gitmeyi istediğimi ve bir yabancı dil daha öğrenmek istediğimi yurtdışı planlarımla birlikte söyleyince anı ''sen dörtgen şeklinde yukarı uzanan bir merdivenin basamaklarının hepsine döne döne basmak istiyorsun ama dörtgenin bir köşesinden yukarı çıksan aynı vakitte daha yukarı gitmez misin?" demişti.

ben hala bunu düşünüyorum; kafamın içi şu resimdeki merdiven gibi bir biçimde. ("yahu boşver akışına bıraaak" içsesleriyle)
2010a girerken aylar sonra gelen ek not: ehem'e gitmedim. z'den çok şey öğrendim. okulum bir sene uzayacak ama yurtdışı planlarım için ortalama yapma amacımdan dolayı. modelistlikle ilgili çok güzel bir çizim kitabı aldım, birkaç kendi çizdiğim kıyafeti terzime diktirdim. hala kafamda bir takım modeller var, zamanı gelince bu konuda ilerleyeceğim. yazın italyanca kursuna gittim bir kur, eger biraz üzerine düşersem çok eğlenerek öğrenebileceğimi öğrendim. okuldan öğretmenlik sertifikası alacağım. üniye başladığım şu 5 sene bittiginde iki diplomam, ögretmenlik sertifikam, dans, tiyatro ve müzik geçmişim olmuş olacak...
öyle çok yapmam gereken şey var ki blog ve ben öyle miskin bi insanım ki hayatımdaki hiçbir şeye yetişemiyorum çünkü hayatım benden daha hızlı akıyor; evet evet hayatımın akış hızına yetişemeyen biriyim ben! bir hafta ya da bir ay gibi bir zaman dilimi öncesinden planladığım ne varsa zamanı geldiğinde veya sonradan arkama dönüp baktığımda planlarımın üzerinde düşünmeme rağmen bulamıyorum! çoğunun gerçekleşememiş olduğunu görüyorum. işin garibi beni alıkoyan mel'un gücü de o kadar düşünmeme rağmen bulamıyorum.
bu (hmm, blog için türkçe kelime ne önerilmiş bir araştıralm; ''ağ günlüğü'' diye çevrilmiş ancak ''günce'' kelimesi de kulağa hoş geliyor. kullanmayı denemeliyim.) günceyi (seni) de hayatıma bir çeşit düzen getirmek için edindim diyebilirim, yani burası bir çeşit benim ''yapılacaklar listem'' olabilir. zira bilgisayar ekranında düşünce yazısı yazamamak [peki ya nerde en kolay yazmak? bir adet N70(!) alınmak, sırasıyla messages-new message-text message tuşlanmak ve orada parmaklar ağrıyana dek ''stream of consciousness'' yoluyla yazı yazmak. uzaktaki sevgili ekolünden gelmenin en garip sonucunu yaşamak, ekran başında msn kullanmanın dışında yazı yazarken kilitlenmek], yazı dilimin kısaltmalarla veya yanlış türkçe kullanımlarıyla dolu olması, şuanki gibi başlayıp da sonunu getiremeden sıkılmak, devam ettirmekte zorlanmak gibi sorunlarım var, eh iş hayatında da adının hakkını verecek bir lap-top'um olacağından şimdiden bu ışıklı ekrana alışsam iyi olacak benim için.
tekrar başlangıç noktama dönersem sorunum isteyip isteyip elde etmek için yeterli gayreti göstermemek mi yoksa başkalarına çok ama çok fazla gelen şeyleri aynı anda istemek mi bilmiyorum. kaynağını şimdi hatırlamadığım ancak önemsediğim bir söz ''hedeflerinizi asla başkalarıyla paylaşmayın'' die öğüt verirdi fakat şuan bu öğüdü esgeçeceğim. (bu düzgün türkçe kullanmak tik gibi bir hal alacak sanırım tiyatrodaki diksiyon dersinin ardından. ah bir de şu diyafram nefesini alabilsem...)
şmdi; EHEM'e devam etmem gerekiyor, c.tesi günleri de 15:00~19:00 saatleri arasında da TİYATRO Z'deki kurs var (birebir ilgilenilen ve eğitmenleri kaliteli olan bir yerde bu işe zaman ayırmak ve bilgi torbamı doldurmak zamanımı değerli kullandığımı hissettiriyor bana.) eh; nisandan itibaren 4 sene boyunca açıköğretim sınavları da yoklayacak beni (bir bölüm daha okumak lazımdı, ne olur ne olmaz hayatta, değil mi). ha, ben bir de amerikan kültürü ve edebiyatı denen bir şeyin lisans eğitimini de alıyorum değil mi (alttan dersler... of of...)? okul açılınca ökm'deki grupta da oyunlar oynanmaya devam edecek sahi; ek olarak yeni bir oyun da çıkacak deniyor!
............
bir dakika bir dakika, aman yarabbi başım döndü.
not: sonra bir ara devam edeceğim.
.............
bu yazıyı yazdıktan sonra ilk kez ''acaba tiyatroyu bırakmalı mıyım'' die düşündüm; hatta bunu güncemin adresini verdiğim ve yazımı okuyan flipo ve minerva'ya da dile getirdim (zira onlarla da geçen senelerdeki kadar vakit geçiremiyorum-özellikle birinci sınıftaki kadar; bu da beni üzüyor ve bir tür eksiklik duygusu yaşatıyor bana:( ve soruma gelen sorulu cevap şuydu ''iyi ama şimdi değil de ne zaman?''. bu da doğru ama her şey için doğru. üniversitede değil de ne zaman? (bu başka bir yazının konusu olabilir)
sanırım bütün ayrılık gayrılık ben tiyatroya yöneldiğim zamanlar (2. sınıfın 2.döneminin başları) başladı. hayatıma beynimi besleyen, gözlerimle algılarımı açan, bakış açımı değiştiren birçok ayrıntı ve bilgi kattım; bundan dolayı mutlu ve tatminim (gerçi tatmin değilim, insan öğrenmeye doymuyor eksikliklerini görünce) ama ya kaçırdığım bir şeyler varsa ve bunlar sandığımdan daha önemliyse?
yoksa bu "bir yöne yönelince diğerlerindekileri kaçırma" duygusu mu benim düzenimi bozuyor ve tamamlanamıyorum? herkes "her şeyi aynı anda isteme"nin insanı bir yere vardıramayacağını söylüyor; tiyatrodan anı ve yusufla konuşurken onlara modelistlik kursuna da gitmeyi istediğimi ve bir yabancı dil daha öğrenmek istediğimi yurtdışı planlarımla birlikte söyleyince anı ''sen dörtgen şeklinde yukarı uzanan bir merdivenin basamaklarının hepsine döne döne basmak istiyorsun ama dörtgenin bir köşesinden yukarı çıksan aynı vakitte daha yukarı gitmez misin?" demişti.

ben hala bunu düşünüyorum; kafamın içi şu resimdeki merdiven gibi bir biçimde. ("yahu boşver akışına bıraaak" içsesleriyle)
2010a girerken aylar sonra gelen ek not: ehem'e gitmedim. z'den çok şey öğrendim. okulum bir sene uzayacak ama yurtdışı planlarım için ortalama yapma amacımdan dolayı. modelistlikle ilgili çok güzel bir çizim kitabı aldım, birkaç kendi çizdiğim kıyafeti terzime diktirdim. hala kafamda bir takım modeller var, zamanı gelince bu konuda ilerleyeceğim. yazın italyanca kursuna gittim bir kur, eger biraz üzerine düşersem çok eğlenerek öğrenebileceğimi öğrendim. okuldan öğretmenlik sertifikası alacağım. üniye başladığım şu 5 sene bittiginde iki diplomam, ögretmenlik sertifikam, dans, tiyatro ve müzik geçmişim olmuş olacak...
9 Şubat 2009 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)