(vallahi internet yoktu, ondan böyle oldu yoksa yazacaktım ben buraya yahu. neyse ki adsl'imiz yapıldı 1300liralık 146'nın bize ''giriş''inin ardından :S)
açıköğretim sınavına bikaç gün kaldı. hani olur ya insana: mesela önünüzdeki vazonun azönce peçetelikten peçete alırken eliniz çarpınca dengesinin bozulduğunu görürseniz, bi iki kere yalpalasa da, düşeceği belli olsa da elinizi uzatıp tutabilecekken hiçbir şey yapmazsınız. işte tam bu haldeyim, gittikçe zaman azalıyor ama ben tiyatrodan ödün vermeyerek kendime ucuz kahramanlık yapıyorum. (ilerde röportaj verirken malzeme olsun söyleyecek diil mi efenim)
bu soyut olaylar için de aynı olur bazen. şayet bunu başıma sık sık getirmekte epey başarılıyımdır. ancak bu bir kerede değil de parça parça bir kaç yazıya konu edilerek harcanacak bir konu:)
buaralar -kalın kitaplara karşı fobim olmasına rağmen- ferhan şensoy'un ''kalemimin sapını gülle donattım''ını elimden düşürmüyorum. hatta beni çok şaşırtan bir şekilde -otobüste okuma ve yazma özürlü bir insan olmama rağmen- otobüste bile okuyorum bu kitabı (harf boyutu diğer kitaplara oranla oldukça büyük olmasından da kaynaklanıyor olabilir bu). öyle başına oturup saatlerce kalkılmayacak bir kitap olarak da nitelenebilir ama ayriyeten öyle bir özelliği var ki; onu sabah kalkıp elinize alıp 2-3 bölüm okuyup okula hazırlandıktan sonra otobüse binip birkaç bölüm daha okuyabilirsiniz. ardından derse girmeyi beklerken de arkadaşlara çaktırmadan bir sayfa okuyup, ders bittikten sonra eve dönerken yine birkaç bölüm, yemek yedikten sonra (hatta bazen yerken) birkaç tanesini daha okursunuz rahatça. sonuç olarak da yatmadan önce 3-4bölüm okur, rahatlar ve uyursunuz. daha önce hiçbir kitapla böyle bir bağım olmamıştı.
evet evet her kitapla ayrı bir bağ kuruyorum sanırım. suç ve cezayı mesela yavas yavas okuyup ilerlerken 12gün ara verip bu aranın ardından bitirmiştim. ama bir ay kadar elimde oraya buraya taşıdığımı bilirim o kütüğü:)
ama bakın mesela uğultulu tepeler'i tam bir gün içinde bitirmiştim (bu kitabın da 400küsür sayfa olduğunu ancak ingilizcesini okumadığımı söylememde fayda var).
bazı kitaplara veya oyunlara da kuaförde başlıyor yatakta bitiriyorum:) ancak bunlardan pek fayda beklememem gerek diye düşünmeye başladım zira şekspir efendi'nin hamletine de saçıma boya yaptırdığım gün başladım ve üç gün sonra bitirdiğimde ''vay bee ne adammış ama! işte şekspir bee!'' modundan ziyade ''ee, bu muydu şmdi? yani so what?'' haline bürünmüştüm. fazla düşünmeden uyudum sonra. ertesi gün tiyatroda cemkenar'la hamlet konuşurken -ben ''hah işte ben anlamadım ama şekspir dedikleri boru olamayacağına göre değerli hocam beni aydınlatır, ben de ne kadar özürlüyüm anlarım" diye düşünüyorken- sizce niye bu oyun bu güne kadar gelmiştir dedi, cevap şuydu "to be or not to be", ama ne gariptir ki bunu söylediği tiradı oyundan tamamen çıkarmakla oyunun anlamında hiçbir değişme olmuyor tanrım! konuştukça francis bacon'cuyuz ve christopher marlowe'ciyiz gibi bir sonuç çıktı sanki. yani şöyle ki aslında shakespeare denen kişinin christopher marlowe ve francis bacon'ca oluşturulmuş olduğu üzerine konuşuldu. zira ingiltere'nin elinde ''şekspir'in doğduğu sanılan ev'' ve ''şekspir olduğı sanılan şahsın resmi''yle oyunlar bulunmakta yalnızca. ingiltere kayıtlarında (ki çok ayrıntılıdır bu adamların kayıtları) sadece şekspir diye birinin doğduğu kesin ama bu tıpkı ''mehmet yılmaz'' diye birinin doğmuş olması gibi, yani onlarca olabilir bu adla doğmuş biri. ayrıca bu kadar ayrıntılı tutulan bir devlet kaydında şekspir'in ülke dışına çıktığıyla ilgili hiçbir bilgi yok ancak venedik taciri oyununa kendisi çok ayrıntılı olarak venedikten bütün ince tasfirleriyle bahsediyor. Christopher Marlowe'unsa venedik'te bulunduğu biliniyor.
ay çok konuşmuşum ben:) sonuç olarak size bacon ile şekspir'in resimlerini sunayım. sizin de akıllarınıza bir fit sokabilirsem ne mutlu bana. (hem almanlar göğüslerini gere gere "goethe enstitüleri" açıyor da ingiltere niye shakespeare'nin adını kullanmıyor hiç baby? yaaa;)

işte böyle sevgili okuyucu. tarihin karanlık sayfalarından birini daha (amerikayı ikinci kez keşfetme edasıyla) gün yüzüne çıkarıp sizleri bilinçlendirmenin gururu ve onuru içerisinde vazonun yalpalanmasını insanı sinir eden bir eylemsizlikle izliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
kelam