20 Şubat 2009 Cuma

"insanın etrafında her şeye bahane bulan bir arkadaşı olması iyi bir şeydir."
-sema bulutsuz

(işşte bu kadını seviyorum!!!)

19 Şubat 2009 Perşembe

dikkat şiir var!

kışları oldukça çetin geçen, bundan 70-80 yıl önce tam bir mahrumiyet bölgesi olan bir ilde bir kız çocuğu dünyaya gözlerini açar. üç tane kardeşi olur bu kızın. bunlardan aralarında pek yaş farkı olmayanlardan biri duyma engelli, diğeri zihinsel engellidir. sonraları bir erkek kardeşi daha olur.
annesi yediği dayaklara dayanamayıp bir gün boşanmak için kağnı ile şehrin yolunu tutmuşken baba annenin yolunu keser, onu yere atıp sürükleyerek yolundan çevirir ve kalın saplı bir beli (toprak aleti olan) kadının vücuduna indirir. annenin beli kırılır ve 3-4 gün içinde ölür.
çok vakit geçmeden gelen üvey anne küçük kızı tam bir uşak gibi kullanır -ki üvey anne de anne öl(dürül)meden önce baba tarafından bekar olduğu söylenerek kandırılmıştır ve kahramanımızla üç kardeşinin yaşadığı eve getirilmiştir bile. evin bütün işlerini yapmanın yanısıra zihinsel engelli kardeşinin geceleri ıslattığı yatağını içindeki yünlere kadar kışta kıyamette o temizlemek zorunda bırakılır. 1 yaşındaki erkek kardeşinin bakımıyla da o ilgilenmektedir. o zamanlar biberon denen kolaylık henüz yoktur ve bebeklere süt içirmek için bir adet keçi boynuzunun (ucu delik olacak) üstünden süt dökülerek, uç tarafı bebeğin ağzına dayanarak içmesi sağlanır. bir gün kardeşini böyle beslerken gün boyunca yaptığı bütün işlerin yorgunluğundan uyuyakalan kız, uyandığı vakit kardeşinin boynuzun sapı tarafından boğazı parçalanarak kan kaybından ölmüş olduğunu görür.
...
kendinden 4 yaş küçük biriyle evlendirilir. hayatı boyunca toplam 15(!) tane doğum yapar, bebeklerin kimi hayatta kalır kimi kalmaz. beklenen bir erkek evlattır ve erkek evlat gelmedikçe köydeki diğer kadınların bile alay konusu olur.
...
şimdi çocuklarından hiçbiri bu sene 85 yaşında olan kendisiyle oturmak, kendisine bakmak istememektedir -keza kendisi de oldukça aksi bir yaşlı kadın olmuştur. iki oğlundan birinin ilk eşinden olan oğluna bir süre o bakmıştır ve babaanne torundan, torun da babaanneden nefret etmiştir çünkü babaanne torunu sürekli döverek büyütmektedir. kendisini uyaranlara ise "bana kimse iyi davranmadı, ben niye iyi davranayım!" diye çemkirmektedir çakır mavi gözlerinde anlaşılmaz kıvılcımlar çıkarak. kimseyle anlaşamamaktadır. bir evde tek başına yaşamakta, başının çaresine bakmaktadır ancak dışarıda görülmesi gereken işleri pek görememektedir.
ve kendisi yıllardan beri tuttuğu bir defterde şiirler yazmaktadır. hem arapçayı hem de türkçeyi kendi kendine öğrendiğinden midir arasıra kız torunlarından birinden "gel gel, bir kontrol et bakalım, şunu şunu doğru yazmış mıyım" diye görüş istemektedir. yıllardır yazdığı içleri tam anlamıyla nefret dolu şiirleri hakkında...


birinci sınıfta okuduğum melissa isimli bir hikayedeki gibi (hatrladığımda kimin olduğunu yazacağım) sadece kendisinden beklenenleri duyguları pek gözlemlenemeden otomatik olarak yapan biridir hikayenin başında. yaşadığı psikolojik travmaları sonradan gani gani içinden çıkarması da hikayenin korkunç tarafı bence. hikaye dediğime bakmayın; gerçek bunlar. bir arkadaşımın anneannesinin hayatı bu; yani onun bir nevi özeti. ayrıntıları bilemiyorum.
yalnız bir de şiir yazıyor olması ona benim gözümde "benim ananem halk ozanı" diyip gülen arkadaşımınkine benzer şekilde anne bradstreet'imsi bir hal aldırıyor. kim bilir belki de bir gün o defteri alınıp okunur ve belki de edebi değeri tespit edilip üniversitelerde araştırma konusu bile olur. :)

18 Şubat 2009 Çarşamba

Lakırdılarım

"1914'de doğdum,
15'de konuştum;
Hala konuşuyorum.
Lakırdılarım ne oldu?
Gökyüzüne mi gitti?
Belki de hepsi geri gelecek
Tayyare biçimine girip
1939'da.

... "

birdenbire içimden "lakırdılarım ne oldu" dediğimi duydum da...

17 Şubat 2009 Salı

14 şubat? efendim?

(dikkat: tamamen bir içses özelliği taşımaktadır.)

ha bu arada 14 şubat da gelip geçiverdi ben günceme yazma fırsatı bulamadığımda. şahsen daha önce hiç 14 şubat kutlamadığımdan mıdır ya da 14 şubatta yapmak istediğim hiçbir şeyi hayatım boyunca yapamadığımdan mıdır bilemiyorum ancak bu gün yıllar geçtikçe benim için daha az anlam ifade etmeye, hatta "sevgilinizin kredi kartı borcunu ödeyin", efendim "ona düdüklü tencere alın" gibi kampanyaları gördükçe hiçleşmeye başlıyor. yazık, aslında. yani bana değil, bu günün ticari kazanç kapısı haline getirilmesine. işte en güzel sevgililer günü mesajlarından sizin için seçmeler:

"sevgililer gününz mübarek olsun, size ve ailenize nice sevgililer günleri diler ellerinizden öperim."
"sevgililer gününüzün hayırlara vesile olmasını diler sağlıklı ve mutlu sevgililer isterim."

vallahi ben böyle yaptım.



hem ben öyle gül falan da istemezdim belirtmek isterim, alternatifler ise mesela beyaz lale, papatya buketi ya da yoldan rastgele koparılmış ama ağızda getirilen bir çiçek -tabi bunu çok ama çok güzel bir bakışla yapmak gerekiyor. eh bir de karnımı doyuracak güzel bir yemek er kişinin kendi ellerinden yapılırsa (ayy yok ufacık bir şey de olsa, hatta tatsız da olsa uğraşsın, kendi elleriyle yapsın yeter) ya da çok sevdiğim bir yiyecek için (ne bileyim bir pastacıya mesela) beni seçip araştırdığı bir mekana götürürse oldukça mutlu olurdum sanırım (oldukça mı, nankörlük etme uçarsın). bir de karşımda otururken çokk yemek yesin, o yemek yedikçe ben mutlu olayım ben onu besleyeyim falan. bu tabii sevgililer günü için değil de genel bir hayal.

evet tamam ben hayal kurmaktan vazgeçmiyorum sanırım :) ama insan niye günce yazar ki, hayallerini de yazmak için! kafamda duracağına burada dursun.

belki bir gün...

12 Şubat 2009 Perşembe



bu akşam şehir tiyatroları'nın reşat nuri sahnesi'nde "değişim üçlemesi"nin üçüncüsü olan franz kafka'nın dönüşüm'ünü izledim (yönetmen turgut denizer'in yorumundan). ve rahatlıkla söyleyebilirim ki yaptıkları şeyde kafka'da bulduğum tadı hiç ama hiç alamadım. öncelikle oyuncu seçimlerindeki hatadan mıdır, yanlış rejiden midir bilemiyorum oyunda çiğ duran bir şeyler vardı. özellikle kafka'daki en önemli imge olan baba karakteri kesinlikle olması gerektiği gibi değildi; okurken tam bir otorite ve korku sembolü taşıyan baba oyunda fazla hafif kalmıştı bana göre. oyunda gregor'un yalnızlığı babası, annesi ve grete'nin toplu umursamazlığı ve sömürücülüğüne bağlanır gibiydi, yani korku sembolünün etkisi üçe bölünmüştü ancak baba kesinlikle (tıpkı kafkanın çocukluğunda yaşadığı gibi) gregor'u gölgesi altında ezen, duygusal olarak hırpalayan bir tip olmalıydı, seyirci olarak ben bunu hiç hissedemedim, anne ve grete ile aynı kefeye konulabilecek bir tip yaratılmış, daha etkili ve öne çıkan bir baba karakteri oluşturulmamıştı. eh, bu da babasına yazdığı mektuplarda (ah yavrum, şuracıkta olsa da sarılsam, yazıık) tamamiyle yaşadıklarının bütün dehşetini (ezilmişliğini, korkusunu, gölgede kalmışlığını) ortaya seren kafka'nın eseri için olabilecek en büyük eksiktir benim gözümde; çünkü bir sabah uyandığında hamamböceğine dönüşen gregor aslında kafka'nın kendisidir. tam bir otorite ve korku sembolü olan baba karakterinin bu özelliği sanki anne, grete ve baba arasında üleştirilmiş gibiydi. beğendiğim bir noktaya gelirsek gregor'un böceğe dönüştükten sonraki oyunculuğunun (bundan önceki kısımda hem işi hem ailesi hem de gönül ilişkisindeki bozulmuşluk ve sömürmeden dolayı ümitsizlik, çaresizlik, zayıflık, itilmişlik ve kötümserlik vermesi gereken bölüm çok başarılı olmasa da) çalışılmış olduğu belliydi. ancak kafka'nın dönüşümünde gregor'un bir sabah uyanıp böceğe dönüştüğü hikayenin açılış cümlesidir ve okuyucu olayları gregor'un bakış açısından dinler. oysa oyunda gregor dönüşümünden sonra hiç konuşmadı, bu da babası sopayla onu döverken annesi ve kız kardeşinden medet umduğu sahneleri basit bir eteklere yapışma hareketi ile havada bıraktı, oyuncu vücut olarak bir böceğe başarılı dönüşmüş olsa da böceğe dönüşen gregor'un duygularını seyirciye aksettiremedi fikrimce. yalnız öldükten sonra temizlikçi kadının kendisini süpürdüğü sahnenin de iyi olduğunu söylemek gerek.
(belki de en) başarılı bulduğum bir oyunculuk da patron rolünden geldi, kafka'nın iş ve aile etiğini sorgulamasının yanında aslında eleştirdiği konu olan sanayi devrimiyle birlikte gelen işçilerin sömürülmesi olgusunu epey iyi hissettirdi daha ilk sahnesinde çubuklar üzerinde yürürken. grete rolü kesinlikle çok zayıftı, artık acemilikten midir bilinmez ''bir an önce oynayayım da bitsin" duygusunda gibiydi oyuncu. ancak gözüme en garip gelen de temizlikçi kadın karakteriydi; kendisine "tam bir kakılmış ol" diye reji verilmişti sanki. bu karakterin kendisi de sistem yüzünden bir ezilen olduğu için gregor'a daha yakın olması olağandı fakat abartılmış bir anaçlık vardı üzerinde.
bunların dışında hikayenin umduğumdan daha kısa olması da bir eksiydi: gregor'un sırtından yaralandığı bölümün bana göre iyi aksettirilememesinden (müziğin nabzı yükseltmesi, ışık efektlerinin yarattığı karmaşa ve hatta slow-motion yapılmasına rağmen!) belki de gregor'dan beklenilen yaralanma performansını göremediğimden (ki kısa bir süre sonra da ölüyor) oyundaki tamamlanmamışlık duygum hat safhaya çıktı.
oyunla ilgili çiğ kalmışlık duygumu şimdi tekrar sorguladığımda şu kanıya vardım ki başrol oyuncusunun selama çıkmaması (herkes sırayla selam verirken kendisi sahnenin bir köşesinde kenara süpürülmüş yatıyor ve selamlar bittikten sonra iki kişi onu bir el arabasına kaldırıyor ve biri içeri götürüyor. tam "şimdi çıkacak selama" derken yine çıkmıyor.) oyunu eksik bırakıyor. zira hevesle kendisini alkışlamak için bekledim, hatta alkışlarımı ona biriktirdim ancak sahneye geri gelmedi. ellerim bomboş kalıverdim.
bu kadar eleştiriden sonra şunu da belirtmek isterim ki oyun bütün olarak, yani çok fazla beklentiye sahip olunmadığı taktirde genel olarak seyirci üzerinde yarattığı ''baskı" ile başarılıydı -çünkü dönüşüm eseri insanda en baskın bu duyguyu oluşturur (ama bunda o insanı geren müziklerin mi oyunculuğun mu payı var bilemedim). ve kesinlikle şu üzerlerinde yürüdükleri çubuklar çok ama çok iyi fikirdi.
sahi kuzum, o elmo oyuncağı ne alakaydı öyle :) şaka şaka, o da güzeldi bas bas "bakın ben ne değişik bir simgeyim hiç tiyatro oyununda gördünüz mü elmo, düşünün benim üzerimde!" diye bağırıyordu ancak bazıları bunu anlamamış olacak ki oyunun sonunda da elmo'ya gülenler oldu. bence elmo'yu başta ve sonda koymaları oyunun sonundaki gerginliğimizi ölçmek içindi. bir de şöyle düşünebiliriz tabi ki; salona ilk girdiğimizde elmo kahkahalar attıkça biz de fütursuzca güldük ona. ancak oyun sırasında belli oldu ki "gülenler" aslında bütün otoritelerdi ve gregor'un "gülmeye" hakkı yoktu ("çöpe!"), ve oyunun sonunda onun kahkahaları bizde bir burkulmuşluk yaratıyordu. çünkü gregor'ların beyinleri her gün hamam böceklerine dönüşürken, patronlara hiçbir şey olmuyordu ve onlar gülmeye devam ediyorlardı.
(yani belki alakasız olacak ama tıpkı seneca'nın medea'sındaki gibi: uzaktan gelen eğlence seslerine medea'nın sinirlenmesi gibi ben de oyunun sonunda elmo'ya sinirlendim biraz.)
işte böyle bir oyundu sevgili okuyucular. (müşkülpesent smiley)

11 Şubat 2009 Çarşamba

"takım elbise giymiş ve elinde kagıt kalem dolaşan trt kadınları (artık neyse o) gibisin." dedi bu akşam bana (msn'de) marley. sürekli onun yanlış yazdığı kelimeleri düzeltiyorum da, önce
"Klavyenin dili Sürcmüştür affola" dedi ama bunda bile yine cümle içinde gereksiz yere büyük harf kullandı ve sürçmek kelimesini yanlış yazdı :) buradan yola çıkıp günlük hayattaki yanlış türkçe kullanımlarıyla alakalı benim herüfcan'la (L) da dialoglarımızı içeren bir fikir-eleştiri yazısı yazmayı planlarken başlangıç noktam onun söylediği cümle olduğundan adını nasıl yazsam buraya diye düşündüm ve msn'deki görüntü adının nereden geldiğini sordum ona. bunun birkaç anlamı olduğunu söyledi. derken epeydir şaşkınlığa susamış ruhumu doyuracak bir cevap veriverdi bana orada. (kendisinden izin aldıktan sonra) ben de buraya yazmaya karar verdim söylediklerini; cevabı aynen böyleydi:

bak şimdi ben 16 yaşındayken bizim bir müzik grubumuz vardı ruhlarin ritmi diye. ben de davulcuydum, aynı zamanda koordine ediyordum herkesi; 3 kişilik bir muzik grubu bu.
sonra bir gün bizim elimize bir heykel geçti ismini bir şekilde "marley" koyduk ve viking mitolojisine göre o kuklaya üçümüzün ruhunu yükledik. hakan, yani bizim solist arkadaş "bize bir gün bir şey olursa bu kukla da zarar görecek" dedi. bir şekilde yaptıgı şeylere inandı ve bizi de inandırdı.

bir gün evde dururken (o ara heykel bende duruyordu) heykel yere düştü bacağı kırıldı, ben pek önemsemedim. diğer gün hakanın öldürüldügünü öğrendim. otopside de önce bacağının kırıldıgı sonra da diğer yerlerine baskı uygunlandığı belirlendiği ve o şekilde öldürüldü söylendi bize...
diğer arkadaşımız hakan öldü diye artık yaşayamam ben buralarda deyip isvicreye gitti ben de bir şekilde çabaladım ve yaşamıma devam ettim. artık müzik hayatımda eskisi gibi yok.


hepsini bir satırda yazdı msn ekranında. (viking mitolojisi neymiş yahu) ben okuduklarımın şaşkınlığı içindeyken de:

ben bütün bunları küçük bi çocukken yaşadım! herkes bizi sorumlu tuttu arkadaşımızın ölümünden, herkes bizi sucladı ama bir şekilde kaldırmaya çabaladık!

diye devam edip olayın -cinayetin- içyüzünü anlattı. dediğim gibi uzun zamandır kimseden bu tür bir hikaye dinlememiştim ve hürriyet pazar'daki adli tıp dedektifi bir hatun kişinin yazılarını okuduğum zamana döndüm bir an. (ya da ben çok farklı bir şey sorup böylesine bir cevap aldığım için bu kadar etkilenmişimdir bilemiyorum.)

cem karaca kulaklarımda şimdi: "hayat ne garip, hayat çok garip."

10 Şubat 2009 Salı

(not: bu kayıtta yazanlar tamamen kurabye'yi ilgilendirmektedir, yani okuyucunun dikkatini çekecek bir husus içermemektedir, tamamen iç mevzulardan oluşan sıkıcı bir yazıdır.)

öyle çok yapmam gereken şey var ki blog ve ben öyle miskin bi insanım ki hayatımdaki hiçbir şeye yetişemiyorum çünkü hayatım benden daha hızlı akıyor; evet evet hayatımın akış hızına yetişemeyen biriyim ben! bir hafta ya da bir ay gibi bir zaman dilimi öncesinden planladığım ne varsa zamanı geldiğinde veya sonradan arkama dönüp baktığımda planlarımın üzerinde düşünmeme rağmen bulamıyorum! çoğunun gerçekleşememiş olduğunu görüyorum. işin garibi beni alıkoyan mel'un gücü de o kadar düşünmeme rağmen bulamıyorum.

bu (hmm, blog için türkçe kelime ne önerilmiş bir araştıralm; ''ağ günlüğü'' diye çevrilmiş ancak ''günce'' kelimesi de kulağa hoş geliyor. kullanmayı denemeliyim.) günceyi (seni) de hayatıma bir çeşit düzen getirmek için edindim diyebilirim, yani burası bir çeşit benim ''yapılacaklar listem'' olabilir. zira bilgisayar ekranında düşünce yazısı yazamamak [peki ya nerde en kolay yazmak? bir adet N70(!) alınmak, sırasıyla messages-new message-text message tuşlanmak ve orada parmaklar ağrıyana dek ''stream of consciousness'' yoluyla yazı yazmak. uzaktaki sevgili ekolünden gelmenin en garip sonucunu yaşamak, ekran başında msn kullanmanın dışında yazı yazarken kilitlenmek], yazı dilimin kısaltmalarla veya yanlış türkçe kullanımlarıyla dolu olması, şuanki gibi başlayıp da sonunu getiremeden sıkılmak, devam ettirmekte zorlanmak gibi sorunlarım var, eh iş hayatında da adının hakkını verecek bir lap-top'um olacağından şimdiden bu ışıklı ekrana alışsam iyi olacak benim için.

tekrar başlangıç noktama dönersem sorunum isteyip isteyip elde etmek için yeterli gayreti göstermemek mi yoksa başkalarına çok ama çok fazla gelen şeyleri aynı anda istemek mi bilmiyorum. kaynağını şimdi hatırlamadığım ancak önemsediğim bir söz ''hedeflerinizi asla başkalarıyla paylaşmayın'' die öğüt verirdi fakat şuan bu öğüdü esgeçeceğim. (bu düzgün türkçe kullanmak tik gibi bir hal alacak sanırım tiyatrodaki diksiyon dersinin ardından. ah bir de şu diyafram nefesini alabilsem...)

şmdi; EHEM'e devam etmem gerekiyor, c.tesi günleri de 15:00~19:00 saatleri arasında da TİYATRO Z'deki kurs var (birebir ilgilenilen ve eğitmenleri kaliteli olan bir yerde bu işe zaman ayırmak ve bilgi torbamı doldurmak zamanımı değerli kullandığımı hissettiriyor bana.) eh; nisandan itibaren 4 sene boyunca açıköğretim sınavları da yoklayacak beni (bir bölüm daha okumak lazımdı, ne olur ne olmaz hayatta, değil mi). ha, ben bir de amerikan kültürü ve edebiyatı denen bir şeyin lisans eğitimini de alıyorum değil mi (alttan dersler... of of...)? okul açılınca ökm'deki grupta da oyunlar oynanmaya devam edecek sahi; ek olarak yeni bir oyun da çıkacak deniyor!

............

bir dakika bir dakika, aman yarabbi başım döndü.
not: sonra bir ara devam edeceğim.

.............

bu yazıyı yazdıktan sonra ilk kez ''acaba tiyatroyu bırakmalı mıyım'' die düşündüm; hatta bunu güncemin adresini verdiğim ve yazımı okuyan flipo ve minerva'ya da dile getirdim (zira onlarla da geçen senelerdeki kadar vakit geçiremiyorum-özellikle birinci sınıftaki kadar; bu da beni üzüyor ve bir tür eksiklik duygusu yaşatıyor bana:( ve soruma gelen sorulu cevap şuydu ''iyi ama şimdi değil de ne zaman?''. bu da doğru ama her şey için doğru. üniversitede değil de ne zaman? (bu başka bir yazının konusu olabilir)

sanırım bütün ayrılık gayrılık ben tiyatroya yöneldiğim zamanlar (2. sınıfın 2.döneminin başları) başladı. hayatıma beynimi besleyen, gözlerimle algılarımı açan, bakış açımı değiştiren birçok ayrıntı ve bilgi kattım; bundan dolayı mutlu ve tatminim (gerçi tatmin değilim, insan öğrenmeye doymuyor eksikliklerini görünce) ama ya kaçırdığım bir şeyler varsa ve bunlar sandığımdan daha önemliyse?

yoksa bu "bir yöne yönelince diğerlerindekileri kaçırma" duygusu mu benim düzenimi bozuyor ve tamamlanamıyorum? herkes "her şeyi aynı anda isteme"nin insanı bir yere vardıramayacağını söylüyor; tiyatrodan anı ve yusufla konuşurken onlara modelistlik kursuna da gitmeyi istediğimi ve bir yabancı dil daha öğrenmek istediğimi yurtdışı planlarımla birlikte söyleyince anı ''sen dörtgen şeklinde yukarı uzanan bir merdivenin basamaklarının hepsine döne döne basmak istiyorsun ama dörtgenin bir köşesinden yukarı çıksan aynı vakitte daha yukarı gitmez misin?" demişti.




ben hala bunu düşünüyorum; kafamın içi şu resimdeki merdiven gibi bir biçimde. ("yahu boşver akışına bıraaak" içsesleriyle)

2010a girerken aylar sonra gelen ek not: ehem'e gitmedim. z'den çok şey öğrendim. okulum bir sene uzayacak ama yurtdışı planlarım için ortalama yapma amacımdan dolayı. modelistlikle ilgili çok güzel bir çizim kitabı aldım, birkaç kendi çizdiğim kıyafeti terzime diktirdim. hala kafamda bir takım modeller var, zamanı gelince bu konuda ilerleyeceğim. yazın italyanca kursuna gittim bir kur, eger biraz üzerine düşersem çok eğlenerek öğrenebileceğimi öğrendim. okuldan öğretmenlik sertifikası alacağım. üniye başladığım şu 5 sene bittiginde iki diplomam, ögretmenlik sertifikam, dans, tiyatro ve müzik geçmişim olmuş olacak...

9 Şubat 2009 Pazartesi

''Aklı ile övünen kişi hücresinin genişliği ile övünen mahkuma benzer.'' - albert einstein
''Akıllı kuş tuzağa iki ayağıyla birden yakalanırmış.'' - ananem
(tamam; hiçbir zaman tevazudan vazgeçmeyeceğim.)

bu kendime öğüt vereceğim listem devam edecek.
''...
two roads diverged in a wood, and i-
i took the one less traveled by,
and that has made all the difference.''


merhaba :)