bu gece yeter bu kadar (evet gece, her ne kadar kayıtlar 31mart'ta görünse de şuan saat 3:24 ve nisan1. ne var kardeşim ayarlayamadım saatlerini şu pustanın!).
ben biraz kalemimun sapinu gülle donatup uyyicağum.
yastık çekereeeek mahmuureeeee...
(kendime ayar: noluyor kurabye hanım? anı kitabı okuyorsun diye sapır sapır dökülmeye başladı bilinçaltına ne attıysan, hatır hatır ayrıntılı geçmiş yazıyorsun hayırdır? nerden çıktı yani 10sene önceki mürekkep uçların? okuduğundan bir etkilenme bir esinlenme konusu mudur bu acaba? sen hep böylesin zaten! orhan veli seversin, iki satır yazim dersin, sanki garip akımının yandan yemişini başlatıyorsun! bırak bu işleri hadi ordan!)
pusta: babaannemin kullandığı bir kelime. "nesne, şey" anlamına geliyor olsa gerek ancak bu kelime olumsuz durumlarda kullanılıyor. örn: (tv'yi kastederek) "şu pustayı da bi düzeltemediniz bea".
31 Mart 2009 Salı
zih.in a"k-ış"ı...
geçen ay marley'in yaptığı tespit aldı başını yürüdü ve bende diğer insanların dikkatini çeken bir saplantı halini aldı sevgili okuyucu. ne demişti derseniz:
"takım elbise giymiş ve elinde kagıt kalem dolaşan trt kadınları gibisin." demişti kendisi.
diksiyon dersinden sonra -tiyatrodaki şu 1.etap da sona erince artık kendimi bu konuda etkin saydığımdan mıdır nedir- garip bir dünyayı değiştirme telaşına girdim yine. arasıra olur bu bana; yeni bir şey öğrendiğimde en ilgisiz insanla bile onu paylaşmam, paylaştıkça sevinmem, başka insanlara bir şeyler katabilme duygumun mutluluğu hep bundandır. yani ''bak ben bir şey öğrendim, şu konu şöyleymiş biliyor musun'' demeyi seviyorum, çünkü kendim de insanlardan yeni şeyler öğrenmeyi çok seviyorum.
....
hmm, aklıma gelen şeye de bak: ben ilköğretimdeyken "güzel konuşma ve yazma" derslerimiz vardı sanki; bol bol elyazısıyla özlü sözler yazardık mürekkebe bandığımız o renkli saplı uçları kullanarak. hani bunların numaraları da olurdu sanki, incesi kalını vardı. benimkinin sapı sarıydı diye hatırlıyorum, ince uçlu tercih ederdim -ama en incelerinden değil-. o dersin olduğu gün eve mutlaka parmaklarımda mürekkep lekeleriyle dönerdim. bunu çok mutlu bir şekilde anımsıyorum, niye bilmiyorum bir iş yaptıktan sonra o işten üzerimde bir şeyler kalmasını seviyorum, ağlarken üzerimdeki kıyafetin kol, bacak ve bel kısmına burnumu ve gözlerimi doyasıya silmek dahil (ıyyy:). bir işle uğraşıyorsam onun içine girmeyi seviyorum işte böyle. izleri seviyorum. mesela benlerimi ya da sol gözümle kaşım arasındaki gözümün kenarında duran bebeklikten kalma şimdi minicik kalmış o düşme izimi. hmm, ama dizlerimdeki kocaman kocaman izleri o kadar da sevmiyorum tamam:) 7-8yaşımdan beri orada duruyorlar; öyle çok düşerdim ki ben hatırlamıyorum bile çoğunu izlerin nedeninin. ama en belirgin olanı hatırlıyorum; bursa'daydım. komşunun oğlu -sonradan ilkokula başlayınca zeka yaşının 2yaş küçük olduğu anlaşılacak olan- ismail'in şeyini çıkarıp bütün mahallenin çocuklarını önüne katarak bizi kovaladığını ve ondan kaçarken kötü bir şekilde düştüğümü hatırlıyorum. kıpkırmızı kalmıştı orası günlerce nasıl ezilerek sıyrıldıysa. tamam, ne kadar çirkin olsa da o da benim izim. -ben hatalarımı çok sahipleniyorum; bunun izlerle ve kusurlarla bir alakası olabilir.
o'nun da en çok kusurlarını sevdikçe ona bir nebze olsun öğretebildim sanıyorum kendiyle barışık olmayı. sevmediği yerlerini saklar olmaması bunun en güzel yanı.. =) ama keşke duygularını daha açık anlatabilmeyi de öğretebilseydim... hiçbir iletişim sorunun olmadığı güllük gülüstanlık bir birliktelik.
rüyalarda buluşuruz.
-sahi, şu güzel konuşma ve yazma derslerinde niye biz hep atasözleri yazardık güzel yazı defterlerimize? sınıfın çoğunun yazısı çok kötüydü zaten. hem günlük hayatta ne kadar yazarak anlaşıyoruz ki? keşke birazcık olsun konuşmayı -konuşmayı da değil, iletişim kurabilme becerisini- öğretselermiş bize...
"takım elbise giymiş ve elinde kagıt kalem dolaşan trt kadınları gibisin." demişti kendisi.
diksiyon dersinden sonra -tiyatrodaki şu 1.etap da sona erince artık kendimi bu konuda etkin saydığımdan mıdır nedir- garip bir dünyayı değiştirme telaşına girdim yine. arasıra olur bu bana; yeni bir şey öğrendiğimde en ilgisiz insanla bile onu paylaşmam, paylaştıkça sevinmem, başka insanlara bir şeyler katabilme duygumun mutluluğu hep bundandır. yani ''bak ben bir şey öğrendim, şu konu şöyleymiş biliyor musun'' demeyi seviyorum, çünkü kendim de insanlardan yeni şeyler öğrenmeyi çok seviyorum.
....
hmm, aklıma gelen şeye de bak: ben ilköğretimdeyken "güzel konuşma ve yazma" derslerimiz vardı sanki; bol bol elyazısıyla özlü sözler yazardık mürekkebe bandığımız o renkli saplı uçları kullanarak. hani bunların numaraları da olurdu sanki, incesi kalını vardı. benimkinin sapı sarıydı diye hatırlıyorum, ince uçlu tercih ederdim -ama en incelerinden değil-. o dersin olduğu gün eve mutlaka parmaklarımda mürekkep lekeleriyle dönerdim. bunu çok mutlu bir şekilde anımsıyorum, niye bilmiyorum bir iş yaptıktan sonra o işten üzerimde bir şeyler kalmasını seviyorum, ağlarken üzerimdeki kıyafetin kol, bacak ve bel kısmına burnumu ve gözlerimi doyasıya silmek dahil (ıyyy:). bir işle uğraşıyorsam onun içine girmeyi seviyorum işte böyle. izleri seviyorum. mesela benlerimi ya da sol gözümle kaşım arasındaki gözümün kenarında duran bebeklikten kalma şimdi minicik kalmış o düşme izimi. hmm, ama dizlerimdeki kocaman kocaman izleri o kadar da sevmiyorum tamam:) 7-8yaşımdan beri orada duruyorlar; öyle çok düşerdim ki ben hatırlamıyorum bile çoğunu izlerin nedeninin. ama en belirgin olanı hatırlıyorum; bursa'daydım. komşunun oğlu -sonradan ilkokula başlayınca zeka yaşının 2yaş küçük olduğu anlaşılacak olan- ismail'in şeyini çıkarıp bütün mahallenin çocuklarını önüne katarak bizi kovaladığını ve ondan kaçarken kötü bir şekilde düştüğümü hatırlıyorum. kıpkırmızı kalmıştı orası günlerce nasıl ezilerek sıyrıldıysa. tamam, ne kadar çirkin olsa da o da benim izim. -ben hatalarımı çok sahipleniyorum; bunun izlerle ve kusurlarla bir alakası olabilir.
o'nun da en çok kusurlarını sevdikçe ona bir nebze olsun öğretebildim sanıyorum kendiyle barışık olmayı. sevmediği yerlerini saklar olmaması bunun en güzel yanı.. =) ama keşke duygularını daha açık anlatabilmeyi de öğretebilseydim... hiçbir iletişim sorunun olmadığı güllük gülüstanlık bir birliktelik.
rüyalarda buluşuruz.
-sahi, şu güzel konuşma ve yazma derslerinde niye biz hep atasözleri yazardık güzel yazı defterlerimize? sınıfın çoğunun yazısı çok kötüydü zaten. hem günlük hayatta ne kadar yazarak anlaşıyoruz ki? keşke birazcık olsun konuşmayı -konuşmayı da değil, iletişim kurabilme becerisini- öğretselermiş bize...
şey, ben geldim. :$
(vallahi internet yoktu, ondan böyle oldu yoksa yazacaktım ben buraya yahu. neyse ki adsl'imiz yapıldı 1300liralık 146'nın bize ''giriş''inin ardından :S)
açıköğretim sınavına bikaç gün kaldı. hani olur ya insana: mesela önünüzdeki vazonun azönce peçetelikten peçete alırken eliniz çarpınca dengesinin bozulduğunu görürseniz, bi iki kere yalpalasa da, düşeceği belli olsa da elinizi uzatıp tutabilecekken hiçbir şey yapmazsınız. işte tam bu haldeyim, gittikçe zaman azalıyor ama ben tiyatrodan ödün vermeyerek kendime ucuz kahramanlık yapıyorum. (ilerde röportaj verirken malzeme olsun söyleyecek diil mi efenim)
bu soyut olaylar için de aynı olur bazen. şayet bunu başıma sık sık getirmekte epey başarılıyımdır. ancak bu bir kerede değil de parça parça bir kaç yazıya konu edilerek harcanacak bir konu:)
buaralar -kalın kitaplara karşı fobim olmasına rağmen- ferhan şensoy'un ''kalemimin sapını gülle donattım''ını elimden düşürmüyorum. hatta beni çok şaşırtan bir şekilde -otobüste okuma ve yazma özürlü bir insan olmama rağmen- otobüste bile okuyorum bu kitabı (harf boyutu diğer kitaplara oranla oldukça büyük olmasından da kaynaklanıyor olabilir bu). öyle başına oturup saatlerce kalkılmayacak bir kitap olarak da nitelenebilir ama ayriyeten öyle bir özelliği var ki; onu sabah kalkıp elinize alıp 2-3 bölüm okuyup okula hazırlandıktan sonra otobüse binip birkaç bölüm daha okuyabilirsiniz. ardından derse girmeyi beklerken de arkadaşlara çaktırmadan bir sayfa okuyup, ders bittikten sonra eve dönerken yine birkaç bölüm, yemek yedikten sonra (hatta bazen yerken) birkaç tanesini daha okursunuz rahatça. sonuç olarak da yatmadan önce 3-4bölüm okur, rahatlar ve uyursunuz. daha önce hiçbir kitapla böyle bir bağım olmamıştı.
evet evet her kitapla ayrı bir bağ kuruyorum sanırım. suç ve cezayı mesela yavas yavas okuyup ilerlerken 12gün ara verip bu aranın ardından bitirmiştim. ama bir ay kadar elimde oraya buraya taşıdığımı bilirim o kütüğü:)
ama bakın mesela uğultulu tepeler'i tam bir gün içinde bitirmiştim (bu kitabın da 400küsür sayfa olduğunu ancak ingilizcesini okumadığımı söylememde fayda var).
bazı kitaplara veya oyunlara da kuaförde başlıyor yatakta bitiriyorum:) ancak bunlardan pek fayda beklememem gerek diye düşünmeye başladım zira şekspir efendi'nin hamletine de saçıma boya yaptırdığım gün başladım ve üç gün sonra bitirdiğimde ''vay bee ne adammış ama! işte şekspir bee!'' modundan ziyade ''ee, bu muydu şmdi? yani so what?'' haline bürünmüştüm. fazla düşünmeden uyudum sonra. ertesi gün tiyatroda cemkenar'la hamlet konuşurken -ben ''hah işte ben anlamadım ama şekspir dedikleri boru olamayacağına göre değerli hocam beni aydınlatır, ben de ne kadar özürlüyüm anlarım" diye düşünüyorken- sizce niye bu oyun bu güne kadar gelmiştir dedi, cevap şuydu "to be or not to be", ama ne gariptir ki bunu söylediği tiradı oyundan tamamen çıkarmakla oyunun anlamında hiçbir değişme olmuyor tanrım! konuştukça francis bacon'cuyuz ve christopher marlowe'ciyiz gibi bir sonuç çıktı sanki. yani şöyle ki aslında shakespeare denen kişinin christopher marlowe ve francis bacon'ca oluşturulmuş olduğu üzerine konuşuldu. zira ingiltere'nin elinde ''şekspir'in doğduğu sanılan ev'' ve ''şekspir olduğı sanılan şahsın resmi''yle oyunlar bulunmakta yalnızca. ingiltere kayıtlarında (ki çok ayrıntılıdır bu adamların kayıtları) sadece şekspir diye birinin doğduğu kesin ama bu tıpkı ''mehmet yılmaz'' diye birinin doğmuş olması gibi, yani onlarca olabilir bu adla doğmuş biri. ayrıca bu kadar ayrıntılı tutulan bir devlet kaydında şekspir'in ülke dışına çıktığıyla ilgili hiçbir bilgi yok ancak venedik taciri oyununa kendisi çok ayrıntılı olarak venedikten bütün ince tasfirleriyle bahsediyor. Christopher Marlowe'unsa venedik'te bulunduğu biliniyor.
ay çok konuşmuşum ben:) sonuç olarak size bacon ile şekspir'in resimlerini sunayım. sizin de akıllarınıza bir fit sokabilirsem ne mutlu bana. (hem almanlar göğüslerini gere gere "goethe enstitüleri" açıyor da ingiltere niye shakespeare'nin adını kullanmıyor hiç baby? yaaa;)

işte böyle sevgili okuyucu. tarihin karanlık sayfalarından birini daha (amerikayı ikinci kez keşfetme edasıyla) gün yüzüne çıkarıp sizleri bilinçlendirmenin gururu ve onuru içerisinde vazonun yalpalanmasını insanı sinir eden bir eylemsizlikle izliyorum.
(vallahi internet yoktu, ondan böyle oldu yoksa yazacaktım ben buraya yahu. neyse ki adsl'imiz yapıldı 1300liralık 146'nın bize ''giriş''inin ardından :S)
açıköğretim sınavına bikaç gün kaldı. hani olur ya insana: mesela önünüzdeki vazonun azönce peçetelikten peçete alırken eliniz çarpınca dengesinin bozulduğunu görürseniz, bi iki kere yalpalasa da, düşeceği belli olsa da elinizi uzatıp tutabilecekken hiçbir şey yapmazsınız. işte tam bu haldeyim, gittikçe zaman azalıyor ama ben tiyatrodan ödün vermeyerek kendime ucuz kahramanlık yapıyorum. (ilerde röportaj verirken malzeme olsun söyleyecek diil mi efenim)
bu soyut olaylar için de aynı olur bazen. şayet bunu başıma sık sık getirmekte epey başarılıyımdır. ancak bu bir kerede değil de parça parça bir kaç yazıya konu edilerek harcanacak bir konu:)
buaralar -kalın kitaplara karşı fobim olmasına rağmen- ferhan şensoy'un ''kalemimin sapını gülle donattım''ını elimden düşürmüyorum. hatta beni çok şaşırtan bir şekilde -otobüste okuma ve yazma özürlü bir insan olmama rağmen- otobüste bile okuyorum bu kitabı (harf boyutu diğer kitaplara oranla oldukça büyük olmasından da kaynaklanıyor olabilir bu). öyle başına oturup saatlerce kalkılmayacak bir kitap olarak da nitelenebilir ama ayriyeten öyle bir özelliği var ki; onu sabah kalkıp elinize alıp 2-3 bölüm okuyup okula hazırlandıktan sonra otobüse binip birkaç bölüm daha okuyabilirsiniz. ardından derse girmeyi beklerken de arkadaşlara çaktırmadan bir sayfa okuyup, ders bittikten sonra eve dönerken yine birkaç bölüm, yemek yedikten sonra (hatta bazen yerken) birkaç tanesini daha okursunuz rahatça. sonuç olarak da yatmadan önce 3-4bölüm okur, rahatlar ve uyursunuz. daha önce hiçbir kitapla böyle bir bağım olmamıştı.
evet evet her kitapla ayrı bir bağ kuruyorum sanırım. suç ve cezayı mesela yavas yavas okuyup ilerlerken 12gün ara verip bu aranın ardından bitirmiştim. ama bir ay kadar elimde oraya buraya taşıdığımı bilirim o kütüğü:)
ama bakın mesela uğultulu tepeler'i tam bir gün içinde bitirmiştim (bu kitabın da 400küsür sayfa olduğunu ancak ingilizcesini okumadığımı söylememde fayda var).
bazı kitaplara veya oyunlara da kuaförde başlıyor yatakta bitiriyorum:) ancak bunlardan pek fayda beklememem gerek diye düşünmeye başladım zira şekspir efendi'nin hamletine de saçıma boya yaptırdığım gün başladım ve üç gün sonra bitirdiğimde ''vay bee ne adammış ama! işte şekspir bee!'' modundan ziyade ''ee, bu muydu şmdi? yani so what?'' haline bürünmüştüm. fazla düşünmeden uyudum sonra. ertesi gün tiyatroda cemkenar'la hamlet konuşurken -ben ''hah işte ben anlamadım ama şekspir dedikleri boru olamayacağına göre değerli hocam beni aydınlatır, ben de ne kadar özürlüyüm anlarım" diye düşünüyorken- sizce niye bu oyun bu güne kadar gelmiştir dedi, cevap şuydu "to be or not to be", ama ne gariptir ki bunu söylediği tiradı oyundan tamamen çıkarmakla oyunun anlamında hiçbir değişme olmuyor tanrım! konuştukça francis bacon'cuyuz ve christopher marlowe'ciyiz gibi bir sonuç çıktı sanki. yani şöyle ki aslında shakespeare denen kişinin christopher marlowe ve francis bacon'ca oluşturulmuş olduğu üzerine konuşuldu. zira ingiltere'nin elinde ''şekspir'in doğduğu sanılan ev'' ve ''şekspir olduğı sanılan şahsın resmi''yle oyunlar bulunmakta yalnızca. ingiltere kayıtlarında (ki çok ayrıntılıdır bu adamların kayıtları) sadece şekspir diye birinin doğduğu kesin ama bu tıpkı ''mehmet yılmaz'' diye birinin doğmuş olması gibi, yani onlarca olabilir bu adla doğmuş biri. ayrıca bu kadar ayrıntılı tutulan bir devlet kaydında şekspir'in ülke dışına çıktığıyla ilgili hiçbir bilgi yok ancak venedik taciri oyununa kendisi çok ayrıntılı olarak venedikten bütün ince tasfirleriyle bahsediyor. Christopher Marlowe'unsa venedik'te bulunduğu biliniyor.
ay çok konuşmuşum ben:) sonuç olarak size bacon ile şekspir'in resimlerini sunayım. sizin de akıllarınıza bir fit sokabilirsem ne mutlu bana. (hem almanlar göğüslerini gere gere "goethe enstitüleri" açıyor da ingiltere niye shakespeare'nin adını kullanmıyor hiç baby? yaaa;)

işte böyle sevgili okuyucu. tarihin karanlık sayfalarından birini daha (amerikayı ikinci kez keşfetme edasıyla) gün yüzüne çıkarıp sizleri bilinçlendirmenin gururu ve onuru içerisinde vazonun yalpalanmasını insanı sinir eden bir eylemsizlikle izliyorum.
7 Mart 2009 Cumartesi
şimdi kafamdaki her şeyi dökmeliyim:
açıköğretim sandığımdan daha fazla anamı belleyecek sevgili günce; fakeflake hatır hatır çalışmaya, fapikler de haşır haşır test çözmeye başladılar ben fosur fosur uyuklarken! az zamanda çok işler başarmalıyım ki sınavları hakkıyla geçebileyim. bu gerçekten bela olacak bana: christ'ın da dediği gibi ''kapalısını bitirdin de açığı mı kaldı''? of of...
hem de ökm'de yeni bir oyun daha çıkacakken...
tiyatro kursunda işler ciddileşmeye başlamışken...
okumam gereken onlarca oyun ve kitap varken...
alttan kalan derslerim ve seçmeli dersim beni oldukça zorlarken,
üstüne üstlük bir de bu dönemin dersleriyle bayağı çatışırken...
bir de kilo vermek isterken :$
of of offf.........
dur ben bu akşam en az üç tane oyun okuyayım (serbest çağrışım: en az üç çocuk doğurun)! yarın ilk işim dario fo'nun bir anarşistin kaza sonucu ölümü'nü bulmak ve okumak! üstüne bir de ptesi günkü derse çalışmak, paşa paşa boş günümde alttan dersime girmek ve o gün diğer derslerin kitaplarını almak! sonra bi daha okumak okumak... uyursam uykum kaçsın allah'ım!
açıköğretim sandığımdan daha fazla anamı belleyecek sevgili günce; fakeflake hatır hatır çalışmaya, fapikler de haşır haşır test çözmeye başladılar ben fosur fosur uyuklarken! az zamanda çok işler başarmalıyım ki sınavları hakkıyla geçebileyim. bu gerçekten bela olacak bana: christ'ın da dediği gibi ''kapalısını bitirdin de açığı mı kaldı''? of of...
hem de ökm'de yeni bir oyun daha çıkacakken...
tiyatro kursunda işler ciddileşmeye başlamışken...
okumam gereken onlarca oyun ve kitap varken...
alttan kalan derslerim ve seçmeli dersim beni oldukça zorlarken,
üstüne üstlük bir de bu dönemin dersleriyle bayağı çatışırken...
bir de kilo vermek isterken :$
of of offf.........
dur ben bu akşam en az üç tane oyun okuyayım (serbest çağrışım: en az üç çocuk doğurun)! yarın ilk işim dario fo'nun bir anarşistin kaza sonucu ölümü'nü bulmak ve okumak! üstüne bir de ptesi günkü derse çalışmak, paşa paşa boş günümde alttan dersime girmek ve o gün diğer derslerin kitaplarını almak! sonra bi daha okumak okumak... uyursam uykum kaçsın allah'ım!
öpim mi?
çok utanıyorum günceciğim, seni çok ihmal ettim. 15gün olmuş ilgilenmeyeli senle. nasıl da mazlum mazlum beklemişsin yahu, şuan çok sevdiğim birinin kolunu yanlışlıkla tırnağımla çizmiş de özür dilemek için defalarca orayı öpüyo gibi seni de öpmek istiyorum...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)