son yazdığımdan beri geçen oldukça kötü bir haftanın ardından suların durulmaya başladığı bu hafta hayattan daha umutluyum. ancak buna tezatlık olarak bu sabah uyandığımda nedense 15 sene öncesine gitmek istedim. 5-6yaşlarıma; hani bursa'da çekirge'de otururkenki o küçük evimize. (ama ilk taşındığımız vakte; arkadaş çevremin henüz oluşmadığı, genelde evde annemle olduğum zamanlara; çünkü sonra mahalledekilerle fazla samimi olucaktım ve her konuda bir fikrim olduğundan, yaşımdan fazla büyük konuştuğumdan gözlüklerimi de bu duruma ekleyip bana "inek" diyeceklerdi:)
bunda sabah uyandığımdaki havanın rengi etkili oldu sanırım. evde yalnızdım ve bu sabahki güneş çekirge'de doğduğu açısına ya da parlaklığına çok yakın bir biçimde doğdu sanki. bugün o günlerle aynı olan bir şey var havada.
ben yine (kışın babaannemin insana batan o açıklı koyulu kahveli batteniyesinin üzerime serildiği ve bu duruma sinir olduğum) yatağımdan güzel bir yaz sabahı kalkıp tırnakları yenmiş küçük ellerimle yüzümü yıkayıp oturma odasına gidip annemin bana yumurtamı pişirmesini beklemek istiyorum (ama sarısını patlatmasın), onu yerken televizyonda susam sokağı ya da çizgi film izlemek istiyorum (ya da içinde barış manço olan bir şeyler). bir süre sonra tekrar her yeri yaptığım resimlerle bezeli odama geçmek ve resim yapmaya koyulmak istiyorum. daha sonradan kahkül kesicem diye önlerini mahfedeceğim küt saçlarımı gözlerimden çeken tacımı düzelterek:"anneeeee bu defter de bittiiiiii! babam akşam yenisini getirsin, arayalım mııııııııııııııı" demek istiyorum. yan komşu öğretmen hayriye teyzenin kızı tombik sevinç abla'nın çok beğendiğim, çok sahip olmak istediğim ama kendilerini isteyemediğim için resimlerini yapmak için eve getirip sonra geri götürdüğüm "gülen-ağlayan-kızgın" bebeklerinin resimleri masamın üzerinde. boyları 6-7cm kadar küçük bebekler bunlar. (ben o zaman çok fakir olduğumuzu zannediyorum, isteyemiyorum annemden bana almasını.) bugün hatırladığımda hala duyduğum bir gururla bakıyorum onlara "ne güzel yaptım, ne çok benzedi" diye. sahi ne güsel şeylerdi onlar, biri kısa ve sarışın, biri esmer, diğeri de kızıl ve uzun saçlı, biraz da tombikti sanırım -sevinç ablaya benzetirdim çünkü ben onu. (internette aradım ama tabi ki bulamadım bu oyuncakların resimlerini:( yanlış hatırlamıyorsam bi tanesini dayanamayıp istemiştim sevinç abladan -büyük ihtimalle kızılı. sarışın olan gülüyordu onu hatırlıyorum, iyiydi hoştu çok sevimliydi ama ben saçı kısa olduğundan mı, o zamandan beri sarışın sevmediğimden midir nedir onu istememiştim. esmerin de saçları çok siyahtı sanırım. ama kızıl olanınkiler uzundu ve güzeldi, rengi de öyleydi. ona sahip olmuştum olmasına ama yüzündeki ifade keşke farklı olsaydı diye düşünürdüm. güzel bir yanı vardı, saçları ve ten rengi, ama mutsuzdu (ağlıyordu ya da kızgındı). bazı şeyleri kusurlarıyla sevmek gerektiğini o zaman anlamaya başlıyordum sanırım -her ne kadar yüzündeki ifade beni içten içe hep rahatsız etse de. o kızıl saçlıya biraz acıyordum ben aslında - ama sanki en güzeli onun resmi olmuştu.
acıma duygum... o çok kuvvetliydi galiba. çünkü şimdi simitten hiç hoşlanmadığım halde dışardaki yaşlı simitçi amcanın sesini duyup annemden bana simit almasını isticem. :( çok yaşlıydı -en azından bana göre. ama sokak sokak gezip bağırarak simit satıyordu. kendi dedemi düşünürdüm o ne kadar rahat; sabah işine gidip akşam geliyor sıcak evine diye. simitçi dede'nin nasıl bir evi vardı acaba... torunlarına o mu bakıyordu? ufak yaşımda bunları düşünür, kalbime cidden dert ederdim.
acıma duygum... annemler içeride misafirlerle balık yerlerken kendimi odama kapatıp salya sümük ağlayarak "hayvancıkları öldürüyorsunuz, bir de güle eğlene oturmuş onları yiyorsunuz" diye hepsini gözümde canavarlaştırmışken kendimi kapadığım odada kilitli kalmam da aynı bir fenomendi.
"anneeeee! yeni kuru boya da istiyoruuum!" en güseli kuru boyalar, pastelleri hiç sevmiyorum. her yere bulaşıyorlar, uçları da ince değil üstelik. oysaki ben ince ayrıntılı resimler yapıyorum, hiç taşırmamam gerek. evet evet en güselleri kuru boyalar! babamın işyerinden getirdiği fosforlu kalemlerle resim yapmak da fena değil, hep renkleri canlı hem de bulaşmıyorlar sağa sola. ama en iyileri kuru boyalar bence.
zerrin bizde. komşunun kızlarının en küçüğü, ama aramızda 4 ya da 5 yaş var; lakin çok iyi anlaşıyoruz. aslında zerrin'le garip bi ilişkimiz var, bir küsüp bir barışıyoruz. zerrin'den çok şey öğreniyorum. o benden çok tecrübeli, çünkü ben hep annemleymişim ama onun ablaları da var, üstelik ev işi bile yapabiliyor! ona ve ablalarına özenip bulaşık yıkamak istediğimde annem bana izin vermiyor. zerrin bana çok zeki geliyor. biraz anne biraz abla biraz arkadaş gibi karışık bir şey. ama çok pratik bir kız, pratikliği, el çabukluğunu ondan kapıyorum. dur bir dakika! yıllardır ilk kez aklıma gelen bir şey bu ama; hani koca koca süngerleri bebek gibi giydirip oyuncak yaparlardı yasemin ablayla. kimin aklına gelmişti onları yapmak? nurten teyze kızınca bebeklerin üzerlerini çıkarıp nasıl da onları yastık haline getiriyorlardı tekrar? nasıl üzülürdüm ben bebekler yastığa dönüştüklerinde. o süngere dönüşen bebeklerin bende şimdiki karşılığı çocukken merakları ve iyi niyetleri bol olan ama büyüdükçe mekanikleşen, sadece çalışan ve yiyip uyuyan insanlar... önce canlı bebeklerken, elbiseleri ve renkleri üzerlerinden alınıp ifadesiz süngerlere dönüyorlar nasıl da.
zerrinler'e gitmeyi de çok severdim. benim kardeşim yoktu, zaten olmasını da istemiyordum ama onlar ohoo bir sürü kardeşti. aysemi abla vardı en büyükleri, ama o üniversite okuyordu sanırım, adapazarındaydı. tahsin abi vardı sonra, onun küçüğü yasemin abla ve sonra zerrin. onlar birsürülerdi işte. yemek yiyecekleri zaman yere ve ortaya büyük bir sofra kurulur, herkes sofra bezinin altına girer ve ortadaki tek kaba kaşığını daldırarak yemeğini yerdi. herkese ayrı tabak koyacak yer yoktu çünkü sofrada. çok güzel olurdu orada yemek yemek, onların arasında olmayı çok severdim. yoğurtlu makarna olurdu mesela, ne kadar lezzetliydi orada makarna bile yemek. annem şikayet eder dururdu "nurten bu evde hiç yemek yemiyor" diye. o evde de bir guruba ait olmayı, başkalarıyla birlikte olmanın verdiği huzuru ve güveni öğrendim sanırım. annem "suya ekmek de doğrasan o evde yerdin" der şimdileri..
ama pazar günleri bizim ev de kahvaltı konusunda oldukça başarılıydı hani. ayakları katlanan beyaz bi masa vardı sanki, onu ortaya kurardık. babam uyanamıyo olurdu hep, ben de mutfaktaki annemden babama, yatak odasındaki babamdan anneme laf taşırdım. en sonunda annemin taarruz emriyle de babamı kaldırırdım. masaya oturur "7den 77'ye" izlerdik. barış manço'yu ne kadar sevdiğimi düşünürdüm. babam çok bal yerdi... babam genelde çok yemek yerdi zaten:) ben de onunla yarışırdım, onun gibi yemeye çalışırdım. ya kızarmş ekmek ya da yeni pişmiş sıcak ekmek, hangisi bilmiyorum, onlardan yerdik o sabah. aslında dışarıda oyun oynarken acıktığını unutacak kadar yemekle alakası olmayan bir çocuktum, ama yemek denen şey nurten teyzelerdeki gibi sanki insanları biraraya getiren bir şeydi. o yüzden pazar günü birlikte kahvaltı etmek güzel bir şeydi.
ben de küçükken büyüyünce babamla evleneceğimi söylediğimi hatırlıyorum ama bunun nedeni başkasına aşık olmaktan utanmamdı sanırım,babam ne de olsa babamdı, halihazırda benimdi ki o. derken tarkan çıktı piyasaya ve ona aşık oldum zaten ben. o da babama benziyomuş da sonra anladım tabi, yeşil gözler, geniş alın, ele gelir bi burun, siyah saçlar, düzgün kaşlar.. :)
.............
sanırım bugün o günlerle aynı olan bir şey var bende. yazmaktan ziyade konuşmak isteğinde olduğumdan zihnimi yazıya uygun şekilde toparlayamadığımdan kısa cümleli ve yarım bir özlem yazısı olarak kalsın bu da.
"yazmaktan ziyade konuşmak isteğinde olduğumdan " bu huyu yada karakter mi diyelim iyi bilirim. fakat sana yine de imreniyorum. çünkü yazamasan da "konuşma" isteğini rahatça yerine getirebiliyorsun. her tarafa laf yetiştirebilecek hatta saldırabilecek(bu kelimeyi yanlış anlama olur mu)bir yeteneğin vardı.(Yine de tiyatroyla uğraşabileceğini hiç düşünmemiştim umarım başarılı olursun.)fakat benim konuşmam da kırık dökük yazmam da. dolayısıyla çetin bir ifade sıkıntısı çekiyorum. oysa kafamda cümleler diyaloglar çok açıkseçik; birbiriyle tutarlı, birbirini tamamlayıcı. aynı zamanda ilgiç(en azından bana öyle geliyor)ondan"lan senden iyi senarist" olur diyorum. fakat gel gör ki bunu yazıya döktüğümde(daha doğrusu dökemediğimde) hayal kırıklığına uğruyorum. çünkü yazıda satırlarda anlamsızlıklar ve boşluklar kum gibi. yazıböyle. konuşamamın da ondan kalır tarafı yok. bir kere hiç hazır cevap değilim.birine derdimi tüm açıklığıyla anlatamıyorum. bunun çaresini de bilmiyorum. gerçi bir derman arayışında olduğumu da söyleyemem.
YanıtlaSilyorumunz ve imrenişiniz için teşekkürler :) ama her tarafa laf yetiştirebilecek yetiye sahip olduğuma kanaat getiren kimmiş çıkaramadım, duyguları yazıya geçirmekte ya da genel olarak ifade etmekte yaşanan sorunla ilgili daha rahat yorum yapabilirm çıkarırsam =)
YanıtlaSil:) :) çıkaramazsın değil de çıkarabilmen gerçekten zor . o kadar da önemli değil. yok sakın yanlış anlama "gizemli" ayaklarına yatmak istediğimden filan değil de başka bir şey tam olarak anlamlandırabilmiş de değilim. bazen o kadar ahmakça hareket eder ki insan , kendisi bile içten içe "yazıklar olsun" yağdırır kendisine. bir yazı yazar, birine bir söz söyler, bir iş yapar ve sonra tüm bu yaptıklarından utanç(ya da başka bir şey:pişmanlık vs) duyar. bu yaptığı şey gerçekte yanlış bir şeydir. bilir ama yine "köpek" olan nefsine söz geçiremez. çünkü nefsi "doğumuyla" beraber cebelleştiği´,bir mücadeleye girişitiği "korunması ve kollanması" gereken bir düşmandan başka bir şey değildir. evet "korunması ve kollanması" gerken bir düşman. çünkü o düşmana zarar vermesi kendisine zarar vermesidir o düşmanı katletmesi kendisini katletmesidir ki bu katiyyen yasaklanmıştır. işte biz bu düşmanı hem korumaya hemden ondan korunmaya mecburuz. korunmadan kastımız ne? bir güreş turnuvasını düşün. güreşçiler birbirini öldüremez; ama birinin diğerine yenmesi lazım. bizmki de işte böyle bir hikaye. tüm bu söylediklerimden güçlü bir güreçşi olduğum anlaşılmasın. yani nefsinin tuzağına düşmeden yanebilmek. bazen bilmek yetmiyor
YanıtlaSilpeki senin utanç ya da pişmanlık duydugun şey nedir...
YanıtlaSilöyle bir soru sordun kiltilendim cevabı konusunda bir fikrim olmadığından değil: nasıl anltacağımı bilemiyorum. ikinciside senin yazıdan ne anlam çıkardığını da anlayamadım. yani biraz "kızgınlık" kokuyor gibi geldi, ama bundan da emin değilim. bahsettiğim(bahsetmeye çalıştığım) pişmanlığın senin şahsınla bir alakası yok. bazen yapmaman gerkenleri yapıyorsun ve pişmanlık (utanç da demiştim ama çok uygun olmadığını sonradan farkettim.) duyuyorsun demiştim. şimdi senin bir prensibin(inancın) olur ve bu senin "yapman ve yapmaman gereken şaylerin" sınırını çizer. pekiyi "senin yapmaman gerken şey neydi de sen yaptın ve pişmanlık duyuyorsun" gibi bir soruyu sorman normal. çünkü görünürde anormal birşey yok. yani pişmanlık duyulacak bir şey yok. ama benim açımdan öyle değil. yani ben durduk yerde senin bir yazına yorum yazdım ve daha sonra bilgisyaraın başına her oturduğumda ilk açtığım sayfalardan senin sayfan oluyor. aslında bu benim yapmamam gerken bir şey işte. (bunun kaynağı neydi hatırla "presipler(inanç)} ve ben yapınca pişmanlık duyuyorum ama işin ilginç(canımı sıkan tarafı) bunu yapmaktan kendimi alamıyorum. bilmiyorum ne kadar anlatabiliyorum. tüm mesele bundan ibaret. eminim çok saçma geliyor sana(onun için anlamanı beklemiyorum.)(isim müstear karışıklık olmasın diye yazdım)
YanıtlaSilbenim syfamı açmak prensiplerinize aykırı mı yani şmdi, bunda yanlış bir şey mi var:) neyse; bu sayfayı açıyorsanız -ki sık güncellemiyorum- bikaç yazımı da okumuşsunuzdur, burayı kimse okuyup da bana yorum yapmadı, okuduysanız bişiler der msiniz izlenimlerinzden? ayrıca neden "müstear" isimler yazmayı tercih ediyorsunuz ki... eger bir kızgınlık sezdiyseniz bu kim oldugunuzu söylememeniz yüzündendir.
YanıtlaSilhem siz beni nerden tanıyorsnuz ki kuzum? belki de tanımıyorsunuz, öyle diil mi?
Son sorundan başlıyorum
YanıtlaSil1.) (“siz “ deyince ben “sen” mi “siz” diyeyim kararsız kaldım. Daha önceki yazılarda sen lafzını kullanmıştım. Bu yazıda da kullanayım; rahatsızlık duyuyorrsan söylersin; bir daha ki sefere kullanmam)seni çok iyi hatta iyi dahi tanımadığım doğru; ama hiç tanımadığımı düşünüyorsan yanılıyorsun.
2.) müstear isim kullananların kendilerine güveni olmadığı söylenir. Çaresiz bunu kabulleniyorum.
3.)yazılarını fırsat buldukça okumaya çalışıyorum; çalışacağım.
4.)prensip” meselesinin seni sayfanın içeriği ve/ya senin şahsiyetinle olan ilgisi senin düşündüğün tarzda değil. Ama bu konuyu uzatıp canını sıkmak da istemiyorum açıkçası.