13 Nisan 2009 Pazartesi

ev yoğurduna doğranmış sıcak mısır ekmeği tadı...


annemle babam nişanlıyken, köyden çıkıp da üsküdar kız lisesini yatılı okumuş bitirmiş olan teyzemi babamın amcasının oğluna isteyen babaanneme annemin babaannesinden gelen cevap: bi kapıya bi köpek yeter!, babaannem: pısssss...

.......................

yatan insanı hiçç sevmeyen, horoz sabah 4te bile ötse onun için artık gün başlamış olan annemin babaannesi esma nine sabah kimse uyanmadan tarlasına gider, yazları akşam 10dan önce tarladan eve dönmez. ay ışığında dahi annemleri değirmene un öğütmeye, fındık sepetleri (göcek) taşıtmaya çıkarır. evde hiçbir şey yapamasa kuru kabak, elma kurusu, yeşil domatesten turşu yapar durur, çünkü kendisi şaşırtıcı bir şekilde yemek yapmayı bilmez -lahana çorbası ve mısır ekmeği dışında. evin yanında küçük bir bahçesi vardır, ne bulsa oraya eker; fasulye, kabak, mısır, lahana, patates, domates, patlıcan, biber... yemekle arası yoktur yani genelde, ona sıcak ekmek verince hemen yoğurt ya da ayrana ekmeğini doğrayıverir: işte en sevdiği yemek budur. bahçeye gideceği zaman da bir bakır çıkrığa yoğurda ekmeğini doğrar ve bütün günü onunla geçirir.

bu kısmen erkeksi haline karşın en sevdiği şeyse incik boncuktur kendisinin; ona altın, takı, boncuk götürenden iyisi olmaz.

bu yerinde durmaması yüzünden son zamanlarda sürekli düştüğünden yaşlılığında eve kitlenmek zorunda kalınan ve her defasında camdan kaçmasına engel olunamayan esma nine yine bir gün evde yalnızken yerleri yeni yıkanmış olan tuvalette dengesini kaybedip düşer ve kuyruk sokumunun kırılması üzerine 6ay hasta yattıktan sonra 97yaşında vefat eder.

(doğum tarihi hicri takvime göre 1314müş, sanırım 1899'a denk geliyor, çünkü saat gece 12olmasına rağmen dedemi arattım anneme, yaşasa 110yaşında olacakmış şimdi... ki hepimiz biliyoruz öle bir kaza geçirmese yaşayabilirdi rahmetli...)

........................

savaş zamanı atların bol bol geçtiği için adını bundan alan ordu perşembe'nin "bolatlı" köyünde oturan esma ninenin babası savaşta şehit olur. dul kalan fatma hanımsa kendisi gibi (bu kez savaş değil de sıtma hastalığı yüzünden bir çeşit tedavi için boğazına kadar çamura gömülmüşse de ölümüne mani olunamadığından) eşini kaybetmiş hasan beyle evlenir.

(burada hasan beyin babasının adının mehmet olduğunu, hasan beyin amcalarının adlarının da osman ve ali olduğunu, bu soya "hasanoğulları" dendiğini, ancak sonradan cumhuriyetle aktaş soyadını aldıklarını, osman'ın soyu bolatlı'da kalmışsa da ali'ninkilerin terme ve istanbula yayıldıklarını söylemekte yarar var.)

hasan beyin öksüz kalmış çocukları; sonradan sarıkamış'ta şehit olacak olan ali ve dursun'la, bu savaştan kaçıp izini kaybettiren, daha sonra yaşadığı haberi gelse de izine rastlanamayacak olan mustafa'ya kardeş, sonradan sakarya meydan muharebesine katılıp gazi olacak 16yaşındaki faik'e ise 13yaşında eş olur esma. esmanın kendi iki erkek kardeşinden biri "urus savaşı"nda şehit olur, diğer kardeşi mehmet'iyse esma çok küçükken köyü basan eşkiyalar kapılarını çalar, kaçırır ve kendisinden bir daha haber alınamaz. (seferberlik zamanı fındık kabuğunun değirmende öğütülüp ekmek olarak yendiğine şahit olan esma kaçırılan ağabeyini ve o günü hatırladıkça ağlayacaktır hep. esmanın torununun kızı kurabye ise bugün etrafı saran "lale devri" lalelerine ve yapılan israfa, ziyana bakıp sövecektir bolca...)

faikle 9çocuğu olur esma'nın; sırasıyla ali, emine, hasan, süreyya (sürüye), huriye, fatma (fadime), havva, mustafa dedem (en küçükleri) ve 4yaşında ölen ahmet.

fatma hanım kızına çocukların büyütülmesinde ve ev işlerinde oldukça yardımcı olur, esmanın yemek yapmakla pek arası olmaması ve sonradan bu konuda ve her konuda ananemsiz yapamaması da buraya bağlanabilir :)

not: fotoğraf bu yaz gittiğim bolatlı köyündeki evimizde çekilmiştir. yıllardır kullanılan aynı tabak çanak, masa ve kaşıklarla... :)

gülen-ağlayan-kızgın

son yazdığımdan beri geçen oldukça kötü bir haftanın ardından suların durulmaya başladığı bu hafta hayattan daha umutluyum. ancak buna tezatlık olarak bu sabah uyandığımda nedense 15 sene öncesine gitmek istedim. 5-6yaşlarıma; hani bursa'da çekirge'de otururkenki o küçük evimize. (ama ilk taşındığımız vakte; arkadaş çevremin henüz oluşmadığı, genelde evde annemle olduğum zamanlara; çünkü sonra mahalledekilerle fazla samimi olucaktım ve her konuda bir fikrim olduğundan, yaşımdan fazla büyük konuştuğumdan gözlüklerimi de bu duruma ekleyip bana "inek" diyeceklerdi:)

bunda sabah uyandığımdaki havanın rengi etkili oldu sanırım. evde yalnızdım ve bu sabahki güneş çekirge'de doğduğu açısına ya da parlaklığına çok yakın bir biçimde doğdu sanki. bugün o günlerle aynı olan bir şey var havada.

ben yine (kışın babaannemin insana batan o açıklı koyulu kahveli batteniyesinin üzerime serildiği ve bu duruma sinir olduğum) yatağımdan güzel bir yaz sabahı kalkıp tırnakları yenmiş küçük ellerimle yüzümü yıkayıp oturma odasına gidip annemin bana yumurtamı pişirmesini beklemek istiyorum (ama sarısını patlatmasın), onu yerken televizyonda susam sokağı ya da çizgi film izlemek istiyorum (ya da içinde barış manço olan bir şeyler). bir süre sonra tekrar her yeri yaptığım resimlerle bezeli odama geçmek ve resim yapmaya koyulmak istiyorum. daha sonradan kahkül kesicem diye önlerini mahfedeceğim küt saçlarımı gözlerimden çeken tacımı düzelterek:"anneeeee bu defter de bittiiiiii! babam akşam yenisini getirsin, arayalım mııııııııııııııı" demek istiyorum. yan komşu öğretmen hayriye teyzenin kızı tombik sevinç abla'nın çok beğendiğim, çok sahip olmak istediğim ama kendilerini isteyemediğim için resimlerini yapmak için eve getirip sonra geri götürdüğüm "gülen-ağlayan-kızgın" bebeklerinin resimleri masamın üzerinde. boyları 6-7cm kadar küçük bebekler bunlar. (ben o zaman çok fakir olduğumuzu zannediyorum, isteyemiyorum annemden bana almasını.) bugün hatırladığımda hala duyduğum bir gururla bakıyorum onlara "ne güzel yaptım, ne çok benzedi" diye. sahi ne güsel şeylerdi onlar, biri kısa ve sarışın, biri esmer, diğeri de kızıl ve uzun saçlı, biraz da tombikti sanırım -sevinç ablaya benzetirdim çünkü ben onu. (internette aradım ama tabi ki bulamadım bu oyuncakların resimlerini:( yanlış hatırlamıyorsam bi tanesini dayanamayıp istemiştim sevinç abladan -büyük ihtimalle kızılı. sarışın olan gülüyordu onu hatırlıyorum, iyiydi hoştu çok sevimliydi ama ben saçı kısa olduğundan mı, o zamandan beri sarışın sevmediğimden midir nedir onu istememiştim. esmerin de saçları çok siyahtı sanırım. ama kızıl olanınkiler uzundu ve güzeldi, rengi de öyleydi. ona sahip olmuştum olmasına ama yüzündeki ifade keşke farklı olsaydı diye düşünürdüm. güzel bir yanı vardı, saçları ve ten rengi, ama mutsuzdu (ağlıyordu ya da kızgındı). bazı şeyleri kusurlarıyla sevmek gerektiğini o zaman anlamaya başlıyordum sanırım -her ne kadar yüzündeki ifade beni içten içe hep rahatsız etse de. o kızıl saçlıya biraz acıyordum ben aslında - ama sanki en güzeli onun resmi olmuştu.

acıma duygum... o çok kuvvetliydi galiba. çünkü şimdi simitten hiç hoşlanmadığım halde dışardaki yaşlı simitçi amcanın sesini duyup annemden bana simit almasını isticem. :( çok yaşlıydı -en azından bana göre. ama sokak sokak gezip bağırarak simit satıyordu. kendi dedemi düşünürdüm o ne kadar rahat; sabah işine gidip akşam geliyor sıcak evine diye. simitçi dede'nin nasıl bir evi vardı acaba... torunlarına o mu bakıyordu? ufak yaşımda bunları düşünür, kalbime cidden dert ederdim.

acıma duygum... annemler içeride misafirlerle balık yerlerken kendimi odama kapatıp salya sümük ağlayarak "hayvancıkları öldürüyorsunuz, bir de güle eğlene oturmuş onları yiyorsunuz" diye hepsini gözümde canavarlaştırmışken kendimi kapadığım odada kilitli kalmam da aynı bir fenomendi.

"anneeeee! yeni kuru boya da istiyoruuum!" en güseli kuru boyalar, pastelleri hiç sevmiyorum. her yere bulaşıyorlar, uçları da ince değil üstelik. oysaki ben ince ayrıntılı resimler yapıyorum, hiç taşırmamam gerek. evet evet en güselleri kuru boyalar! babamın işyerinden getirdiği fosforlu kalemlerle resim yapmak da fena değil, hep renkleri canlı hem de bulaşmıyorlar sağa sola. ama en iyileri kuru boyalar bence.

zerrin bizde. komşunun kızlarının en küçüğü, ama aramızda 4 ya da 5 yaş var; lakin çok iyi anlaşıyoruz. aslında zerrin'le garip bi ilişkimiz var, bir küsüp bir barışıyoruz. zerrin'den çok şey öğreniyorum. o benden çok tecrübeli, çünkü ben hep annemleymişim ama onun ablaları da var, üstelik ev işi bile yapabiliyor! ona ve ablalarına özenip bulaşık yıkamak istediğimde annem bana izin vermiyor. zerrin bana çok zeki geliyor. biraz anne biraz abla biraz arkadaş gibi karışık bir şey. ama çok pratik bir kız, pratikliği, el çabukluğunu ondan kapıyorum. dur bir dakika! yıllardır ilk kez aklıma gelen bir şey bu ama; hani koca koca süngerleri bebek gibi giydirip oyuncak yaparlardı yasemin ablayla. kimin aklına gelmişti onları yapmak? nurten teyze kızınca bebeklerin üzerlerini çıkarıp nasıl da onları yastık haline getiriyorlardı tekrar? nasıl üzülürdüm ben bebekler yastığa dönüştüklerinde. o süngere dönüşen bebeklerin bende şimdiki karşılığı çocukken merakları ve iyi niyetleri bol olan ama büyüdükçe mekanikleşen, sadece çalışan ve yiyip uyuyan insanlar... önce canlı bebeklerken, elbiseleri ve renkleri üzerlerinden alınıp ifadesiz süngerlere dönüyorlar nasıl da.

zerrinler'e gitmeyi de çok severdim. benim kardeşim yoktu, zaten olmasını da istemiyordum ama onlar ohoo bir sürü kardeşti. aysemi abla vardı en büyükleri, ama o üniversite okuyordu sanırım, adapazarındaydı. tahsin abi vardı sonra, onun küçüğü yasemin abla ve sonra zerrin. onlar birsürülerdi işte. yemek yiyecekleri zaman yere ve ortaya büyük bir sofra kurulur, herkes sofra bezinin altına girer ve ortadaki tek kaba kaşığını daldırarak yemeğini yerdi. herkese ayrı tabak koyacak yer yoktu çünkü sofrada. çok güzel olurdu orada yemek yemek, onların arasında olmayı çok severdim. yoğurtlu makarna olurdu mesela, ne kadar lezzetliydi orada makarna bile yemek. annem şikayet eder dururdu "nurten bu evde hiç yemek yemiyor" diye. o evde de bir guruba ait olmayı, başkalarıyla birlikte olmanın verdiği huzuru ve güveni öğrendim sanırım. annem "suya ekmek de doğrasan o evde yerdin" der şimdileri..

ama pazar günleri bizim ev de kahvaltı konusunda oldukça başarılıydı hani. ayakları katlanan beyaz bi masa vardı sanki, onu ortaya kurardık. babam uyanamıyo olurdu hep, ben de mutfaktaki annemden babama, yatak odasındaki babamdan anneme laf taşırdım. en sonunda annemin taarruz emriyle de babamı kaldırırdım. masaya oturur "7den 77'ye" izlerdik. barış manço'yu ne kadar sevdiğimi düşünürdüm. babam çok bal yerdi... babam genelde çok yemek yerdi zaten:) ben de onunla yarışırdım, onun gibi yemeye çalışırdım. ya kızarmş ekmek ya da yeni pişmiş sıcak ekmek, hangisi bilmiyorum, onlardan yerdik o sabah. aslında dışarıda oyun oynarken acıktığını unutacak kadar yemekle alakası olmayan bir çocuktum, ama yemek denen şey nurten teyzelerdeki gibi sanki insanları biraraya getiren bir şeydi. o yüzden pazar günü birlikte kahvaltı etmek güzel bir şeydi.

ben de küçükken büyüyünce babamla evleneceğimi söylediğimi hatırlıyorum ama bunun nedeni başkasına aşık olmaktan utanmamdı sanırım,babam ne de olsa babamdı, halihazırda benimdi ki o. derken tarkan çıktı piyasaya ve ona aşık oldum zaten ben. o da babama benziyomuş da sonra anladım tabi, yeşil gözler, geniş alın, ele gelir bi burun, siyah saçlar, düzgün kaşlar.. :)


.............


sanırım bugün o günlerle aynı olan bir şey var bende. yazmaktan ziyade konuşmak isteğinde olduğumdan zihnimi yazıya uygun şekilde toparlayamadığımdan kısa cümleli ve yarım bir özlem yazısı olarak kalsın bu da.

6 Nisan 2009 Pazartesi

b-alık...

kucağımdaki telefondan zeki müren: gözlerinin içine başka hayal girmesin.
... bastıran otobüs sesi...
zeki müren: bana ait çizgiler dikkat et silinmesin...
...otobüs insanları sesi... düşünceler... hafif göz yaşarması...
zeki müren: istersen yum gözlerini...
...kapanan açılan kapı sesleri... dudaklarla hafif mırıldanma...
zeki müren: benden evvel başkası bakıp seni görmesin...

yaklaşık 20 dk sonra

sinirli kel abi: kime söylediğini tam bilmeden vatandaş kapa şu teybin sesini de evinde dinle yaa!
öndeki amcalar: bakışmalar...
ben: refleks olarak tek hamleyle kapatış.
zeki müren: kıskanırdım seni ben kendi gözü-

sessizlik.
10dk sonra, inmek üzereyken

ben: en kibar ses tonu ile, gözlerine bakarak. beyfendi sizi ibrahim tatlıses'e değil de zeki müren'e maruz bıraktığım için özür dilerim.
sinirli 'kal' abi: ne olduğunu anlayamama. susuş.

6-7saniye sonra

sinirli kel abi: biraz toparlanmış; siz ne dediğinizin farkında mısınız?
ben: çok emin ve hala nazik. evet farkındayım.
sinirli kel abi: bu-burası topluluk bir yer. burda yapamazsınız.
ben: size zeki müren diyorum başka bir şey demiyorum.
sinirli kel abi: ibrahim tatlıses zeki müren farketmez, kulaklığınızı açın oradan dinleyin.

dialoğa ara vermeden, bir yandan inerken

ben: işte sizin gibi sinirli olanları rahatlatmak için otobüslere müzik yayını yapılmalı.
sinirli kel abi: ne diyeceğini bilmez. teşekkür ederim.
ben: uzaklaşırken. rica ederim.

içses: evet evet çok iyi fikir, en azından sabah saatlerinde insanlar işlerine giderken zihinleri biraz beslemek amacıyla efendim zeki müren, aşık veysel, idil biret cd'leri dinlenemez mi? eve dönüş saatlerinde de olabilir. olamaz mı?